28 Eylül 2011 Çarşamba

Önyargıdan kork!


Artık onunla birlikte yaşayacağın bir hastalıkla karşılaştığında, hastalık vücudunun neresinde olursa olsun once kalbinin tam ortasına büyük bir acı yerleşiyor. Hayatının bir daha hiç eskisi gibi olmayacağını, tüm görüp göreceğinin bu kadar olduğunu düşünüyorsun. Doktorlar görevlerini son derece normal bir iş gibi yaparken sen onun her bir mimiğinden bir anlam çıkarmaya çalışıyorsun. Mesela uzaklara bakış atarsa doktorun “eyvah sıçtık çok kötü birşey gördü galiba” diyosun, için sıkışıyor ağzından çıkacak cümleyi beklerken zaman yavaşlıyor. Halbuki o sırada doktorun o akşam evde ne pişirsem acaba diye düşünüyor olabilir. Sonra gözü dalmış misafir gelecek olabilir. Ama bu sana hiçbirşey ifade etmiyor. Dünya tamamen senin hayatın etrafında dönüyormuş gibi korkunç bir hisse kapılıyorsun.

Sonra tetkikler, testler, hemşirelerle kanka olmalar, doktora kazak örmeler başlıyor. Sonra derin araştırmalar –bazen derin olmayan araştırmalar- sonrasında deniyor ki; artık hastasın bunlara bunlara dikkat edeceksin. Tamam diyorsun, hepsine dikkat edeceğim, kendimi iyi hissedeceğim. Bir sure inanılmaz bir gazla yaşıyorsun. İneğin hemen sütünden sıkılmış sütten içiyor, balını arının neredeyse kıçından sıkıp ekmeğine sürüyorsun. Etraftaki panik havası normalleşiyor, hastalığında normalleşiyor ama sen hep birgün başıma çok kötü birşey gelebilir korkusuyla yaşıyorsun. Aslında her zaman gelebilir biliyorsun. Yaşadığın ortam zaten şaka gibi olduğundan zaten günü şansa bitiriyorsun. Ama o hastalığın her an boka sarabilir korkusu seni içten içe kemiriyor hastalıktan çok önce.

Sonra aradan zaman geçiyor, sorguluyorsun. Herkes koşup eğlenirken, sabahlara kadar o parti senin bu klab benim manitacılık yaparken ben neden yoruluyorum diyorsun, daha da yoruluyorsun. Neden ben diyorsun? Ben iyi bir insanım halbuki, kimseye bir suçum, hatam olmadı diyip evrenden ya da inançlıysan tanrıdan hesap istiyorsun. Çok kötü kalpli birini gördüğünde neden o değil mesela ben diyorsun. Kendine yakışmamış fırfırlı bir elbiseyle çok havalı görünmen gereken bir partideymişsin gibi hissediyorsun. Çıkarsan çıkaramazsın, partiden çıkamazsın.

Sonra birgün elinden biri tutuyor ya da birinin eli yanlışlıkla eline çarpıyor ya da yüzüne biri gülüyor. Sana aslında hastalıktan korkmaman gerektiğini tüm bunları yenebileceğini, hayatta aslında aldığın her nefesin çok değerli olduğunu söylüyor. Ya da söylemiyor sen bunu duymak istiyorsun, buna hazır oluyorsun, kendi kendine söylüyorsun. İyi olmak için bahane arıyorsun. Yeneceğim diyorsun, yenemeyecek gibiysen onunla iyi anlaşma yoluna gidiyorsun. Hayatına devam etmek istiyorsun. Diğer herkes gibi hayat aksın istiyorsun. Hep farklı olmak istersin ya, hiç farklı olmak istemiyorsun. Herkes gibi olmak istiyorsun. Herkes gibi görünmek, görülmek istiyorsun. Kimse sana hasta demesin istiyorsun.

Bu yüzden kızlar bana Sorumlublog projesi altında HIV (Human Immunodeficiency Virüs - İnsan Bağışık Yetmezliği Virüsü) hakkında bilgi vemek amaçlı bir işe kalkışacağımızı söylediğinde size öncelikle hastalık hissini anlatayım dedim. İşe sadece bir hastalığa yakalandığınızda nelerle başa çıkmanız gerektiğinden bahsederek başladım ki, hakkında bilinen yanlışlarla şehir efsanelerine konu olan, ahlaki değer yargılamalarını bir kambur gibi sırtında taşıyan HIV/AIDS ile yaşayanların, yükünü anlayın istedim. Bu yüzden alttaki başlığı büyük harflerle söyledim:

HIV BİR ARADA YAŞAMAYA ENGEL DEĞİL! HIV POZİTİFLERDEN KORKMA!

Üzerime düşen mesajlarımı okuyan herkes etrafıyla paylaşsın, daha fazla HIV ile yaşayan insan önyargıların altında ezilerek yaşamasın diye aşağıya kalın harflerle yazdım:

HIV dış ortamda oksijen ve güneş ile temas ettiğinde uzun süre yaşamıyor.
Kanın miktarına göre dış ortamda saniyeler, en fazla dakikalar içinde HIV ölüyör.
Virüsün kan yoluyla bulaşması için ancak kanyolu (ortak enjeksiyon, kan nakli vb) gerekiyor.

Üstelik HIV/AIDS çözümsüz değil! 1996’dan bu yana tedavisi yapılabiliyor!


Lütfen siz de herkese tüm bunları büyük ve kalın harflerle anlatın. Anlatın ki yaşanabilecek çok değerli bir hayat sadece önyargılarımız ve cehaletimiz yüzünden AIDS ile yaşayan bir hastanın elinden alınmasın. Kimse almasın.

Anlatalım ki HIV/AIDS ile yaşayan herkes, “herkes gibi olma”nın keyfini yaşasın.

Destek olan herkese şimdiden teşekkürler.

Ve projenin fotoğraflarını çeken Dilan Bozyel, ana sponsor M.A.C ve proje ortağımız Pozitif Yaşam Derneği’ne de tabii.

HIV/AIDS hakkında en doğru bilgi için: http://pozitifyasam.org/


Ha bir de sen nereden bilirsin ki hastalık psikolojisini atgotten götünden mi atıyorsun diyeceksen, atmıyorum. Dört yıldır Crohn’umla beş taş oynuyorum. Onunla yaşamaya alışırken yaşadıklarımdan feyz alarak aşağı yukarı bir çıkarımda bulunuyorum. –Yanlış hissetmişsin biz hiç böyle hissetmedik diye beni dava edecek kronik rahatsızlıkları olanlar derneği falan varsa şimdiden sori.- Ve en çok şunu biliyorum ki tüm bu yaşadıklarımın en önemli kısmını son bölüm oluşturuyor. Hani şu yukarda kalınla işaretlediğim bölüm. Herkes gibi yaşamak istemek bölümü.

21 Eylül 2011 Çarşamba

merhaba, ben şükriye saraçoğlu


Merhaba, ben Şükriye Saraçoğlu. Ev kadınıyım ya da ev kadını olmayıp, erkek dünyasının bana verdiği ölçüde bir işte çalıştığım için ev kadını olmayan ama aynı zamanda iş de iş, evde ev kadını olan bir kadınım. Evliyim Allah'a şükür. Evde kalmayacak kadar akıllı bir kadınım. Yeri geldiğinde namusumla yeri geldiğinde seksapelimle beyi evliliğe ikna ettim, tek taşı ağzımla havada kaptım. Çocuğum tabii ki var. Olmasını istememeyi düşünmedim bile. Erkeğimi evine bağlamanın, sıcak bir yuva kurmanın bir numaralı gereğinin çocuk olduğunu düşünüyorum. Hem kimse sormadı zaten istiyor musun diye. Bazen onlar olmasaydı da gençliğimin tadına varsaydım diyorum ama sonra beyimin Brad Pitt gibi sırf çocuk isteği yüzünden Jennifer Aniston'u terk etmesi aklıma geliyor, daha bir sevgiyle sarılıyorum çocuklarıma. Zaten annem de "Çocuksuz kadının kurumuş bir ağaca benzer." derdi. Rahmetli babamı eve bağlamak için ilerlemiş yaşına bakmadan en küçük kardeşimi doğururken hayata veda etti. Nur içinde yatsın.

Ben futboldan anlamam. Yani anlarım aslında ama anlamıyormuş gibi yapınca beyim böyle ofsayt ne kızım biliyor musun ofsayt ne felan diyor, ilgileniyor benimle cilveleşiyorum azıcık hoşuma gidiyor. Erkekler aptal kadın sever.

Neyse beyim fanatiktir. Maç olduğu gecelerde çocukları erkenden yatırırım ki evde ses olmasın. Hele bir de yenildiler mi sormayın. Küfür kıyamet gür gidiyor. Korkuyorum çocukların korkudan gözleri kayacak diye ama neyse şimdi diyorum sesimi çıkarmayayım, sinirli zaten. Sonra dışarı gider felan izlemek için Allah muhafaza. Evinde izlesin maçını gidip öyle kahve köşelerinde karıyla kızla izlemesin. Gerçi milyarlar döküp aldığı konbinesi var ama uğursuzluk mu getiriyormuş ne gitmiyor maça evden izliyor. Her sezon alınan formalar için de dolapta ayrı yer açtım. Çocuklara bayramlık alıcam diyince yüzünden bin parça düşen, para yok diye bağıran çağıran adam takıma destek için kredi kartını gözünü kırpmadan masaya koyar. Koysun gerçi, helali hoş olsun. Canı sıkılmasın, gözü dışarı kaymasın, mutlu olsun hepimize yeter o. Çok stresli işte çalışıyor çünkü o. Ben de çalışıyorum ama ben kadın olarak daha kolay idare ediyorum sonuçta kadınla erkeğin çalışması bir değil.

Ay çok konuştum -ki beyimin en kızdığı özelliğimdir- konuya geleyim. Malum futbol zamiası karışık bu ara. Beyim de burnundan soluyor ne zamandır. Şike olayları falan var. Yapan yapmış yani zamanında herşeyi herkes takımının başarısı için yapmış yani sonuçta. Niye böyle deşiyorlar anlamıyorum sonuçta biz verdiğimiz parayı helal ediyoruz. Neyse bir de bunun üstüne takımımıza seyircisiz maç cezası geldi mi? Bizim bey hepten koptu o akşam sinirinden içti içti. Sonra eski defterleri açtı derkeeeen bir tokadını yedim. Sen ben bir sinirlen. Tavrımı koydum ama. Dedim geçen seferde tokat attığında sana ne demiştim seni terkederim dememiş miydim dedim. Bişe demedi yattı sızdı, utancından. Şeytan diyor çek git vallahi uğraşma hiç. Ama sonra düşündüm nereye gidicem çocuklar var, babam nereye kadar bize eyvallah der? Demez dön evine der. Polise gitsem rezalet çıkar, komşuya anlatsam dedikodu olur. Hem gözü karadır bizimkinin ayrılmaz benden çeker vurur valla, nasıl her ay bir kadını görüyoruz haberlerde. Gidemem, gitmem de zaten bu yaştan sonra yeni bir hayatı kim kuracak. Dul kadını kim sever, kim elini tutar. Hem yaşlanınca az daha durulur bizim bey. İçinde çok iyi bir insan var. Düzelecek o düzelecek. Birlikte bir yastıkta birbirimizin gözünün içine bakarak ölelim istiyorum. Hayatımı ona adadım ben. Bana helal etsin emeğini istiyorum.

Bak yine dağıldım ben. Dizi gibi dokunaklı oldu ayol. Neyse geçen işte seyircisiz cezası alınca bizim takım demişler ki kadınlar ve çocukları alın bari o zaman. Seyircisizlikle kadın olmak arasında bir fark yok zaten demek mi istediler ne dediler anlamadım. Daha doğrusu üzerine kafa da yormadım. Bey aradı zaten aramız soğuktu. Sen "hadi seni maça götürücem" demesin mi? Hemen dedi hazırlan çoluğu çocuğu topla sizi stada bırakıcam dedi. Kıymış biletimizi almış -gerçi içeri girince öğrendim bedavaymış ama olsun-, geldi kapımın önünden aldı, stadın önüne kadar bıraktı, dönüşte alıcam sizi dedi. Gönlümü almayı bilir. En son bizim küçüğü doğurmak için hastaneye giderken bu kadar ilgi görmüştüm. Ben de bu sevgiye ve ilgiye layık olabilmek için elimden geleni yaptım. Formamı ütüledim giyindim, tırnaklarıma lacivert oje sürdüm. Normalde beyim hiç sevmez öyle marjinal hareketleri, kızar valla ama çok beğendi. Yolda giderken ondan duyduğum küfürlü tezerruhatlardan yaptım ama "Şükriye hiç yakışıyor mu azına çocukların yanında diye uyardı. E haklı yani kadın küfür eder mi? Kendimi kaybetmişim."

Neyse girdik stada kadın kadına maçımızı izledik. Tezerruhatlar yaptık. Çok zevkli bir oyun aslında, heyecanlanıyor insan. Karşı takımda da gencecik çocuklar vardı. Onlara da tezerruhat yaptık. Çıkışta birbirimizin saçını yolarız, törpülerimizle birbirimizin boğazını keseriz, birbirimize çocuk atarız diye şakalaştık. Futbol ruhu bunu gerektiriyor çünkü beyim hep öyle der.

Neyse öyle gülüş eğlence geçti. Çok mutlu oldum vallahi, ne zamandır ev, iş, çocuklar derken bir etkinliğe gitmemiştim. Hele stada sadece bir kere gençliğimde gittim. Evlendikten sonra bey ne işin var o kadar adamın arasında diyip götürmedi daha. Zaten çok şiddet var gitmek de istemem. Kim kazandı ne oldu anlamadım, bağırdım çağırdım içimi boşalttım. Erkeklerin neden bu kadar futbola sarıldıklarını anladım. İnsan nasıl da deşarj oluyor bağırınca ol sesiyle. Ben arada çocuklara bağırıyorum, her hafta maça gelsem bağırmam aslında. Ama gidemem, hem erkeklerin arasına izin vermez beyim, hem futbol erkek işi kadına yakışmaz, hem futboldan da anlamam, hem işlerim aksar çocuklar var, hem de ne bileyim hiç düşünmedim.

Neyse çıkışta sordular "sonuçta yendik yani biz" dedim. Bir gün de olsa üzerimde erkek baskısı olmadan erkeklere ait bir mekanda dilediğimce eğlendiğim varolduğum için kendimi öyle hissediyordum. Sonra öğrendim aslında puan alamamışız mı ne? Yenememişiz yani. Çok bozulmadım. Seyircisiz cezası alan bir maça seyirci sıfatıyla giderek bir sıfır yenik olmayı kabullenmiştim zaten.

Klişe tiyatro oyunlarının sonu gibi abartılı bir dramayla bitirirken Şükriye Saraçoğlu olmadığımdan bu aşağılanmayı hiçbir noktada kabullenmeyerek izledim dün ki yorumları. Sponsorun orkid olmasından, karıköy'e, vuvuzelayı mı bir stad kadını mı tercih edersinize birbirinden dahiyane espriler yapıldı, yapılıyor. Aşağılanma amacıyla kadın ismine evrilmiş bir stad ve karıköy'e dönmüş bir kadıköy herkesi çok eğlendiriyor. Ay o gün futbol taraftarı nasıl komik nasıl komik şakalar espriler havalarda uçuşuyor. Güldük güldük gül gül öldük vallahi. Fotoğrafta çok komik mesela. Fenerli Fatoş çok komik. Hepinize 10 numara beyinsiz forması yaptırıcam. İsteyenler mail adreslerini bıraksın.

16 Eylül 2011 Cuma

şok edici kültür şok



Ülkemizin muhtelif eyaletlerinden gelen düğün videoları beni geleceğimiz adına mutlu ediyor. Ben çok normal aileler arasında yetişmesem de düğünlerde böyle oynayan amcalar tanımadım hiç maalesef. Sadece bir düğünde gelinden çok oynayan damat arkadaş, önümde bayılmaya durmuştu ve ben o sahneyi bilinçaltımın derinliklerinde saklıyorum. En son kafaya kravatın geçmesiyle koluna birileri girip hadi sigara içelim diye salondan çıkarmıştı damadı. Sanırım o sayede ayakkabıdan viski içecek kafaya gelmeden engellendi olay.

Şimdi bu videoların bir psikolojik, bir sosyolojik açıklaması olmalı diye bakıyor insan hep. Ben kendime neden diye sorduğumda kültürşok cevabını aldım. -yine kendimden tabi.- Çünkü dikkat ederseniz ilk 10 saniyeden sonra bir Grease müzikali kareografisinden alınmış figüre başlıyor arkadaş. Sonra aralarda özüne dönüyor, normal oyun havasına geçiyor. Ardından yöreye ait halay pozisyonuuuu, derken kafa yine karışıyor ve hemen bir Tarkan yaylanmasııı. Sonra yine oyun havası. -O oyun havası kültür diğer figürler şok'a girişi temsil ediyor. - Bir süre yine oynanan oyun havasından sonra arada bir Elvis Presley oluyor. Hemen ardından ise ölümcül vuruş elektrik boogie ile noktayı koyuyor abimiz.

Tabi bu sırada karşıdaki amcanın durumu "şok öyle geçirilmez böyle geçirilir" tadında kafa üzerinde sürünmeceye kadar varıyor. Allah'tan etraftan yetişiyorlar da amcanın kafa yerde sürünmekten aşınmadan kaldırılıyor. Ama ben o görüntüyü amcanın salonu o alnının üzerinde geçişini kolay unutamam.

Önümüzdeki hafta sonu arkadaşım Ceren'in düğününde aynen böyle oynayacağım, karşıma ikinci arıyorum.

13 Eylül 2011 Salı

alien vs bülent ersoy



Üşenmezsem yazacağım bilimkurgu kitabımda ruhsal obetize sınırını aşmış zengin ülke insanları protein ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak için fakir ülkelerin insanlarını yemeye başlıyor. Ben olur mu olmaz mı kurguyu netleştireyim derken Bülent Ersoy son albüm kapağıyla bana hem ilham hem cesaret verdi.

Aşktan sabıkalı -ki kanımca uzaylıdan sabıkalı olmalıymış- raflardaki yerini almış. Albüm yeterice satmazsa önce prodüktörden başlayıp, sonra genç sevgilisi derken tüm Türkiye'yi ve ardından dünyayı yiyecekmiş Bülent Ersoy.

Annecim çok korkuyorum.

Bu arada Gülben Ergenlik'le başlayan kaşsızlık modası bir çığ gibi büyüyor. Kaşsız Türk kızlarını sahalarda ve AVM'lerde görmek istiyoruz.

5 Eylül 2011 Pazartesi

çok kral bir insan




Bir insanın hem bıyıklı hem dişlek olmasına rağmen bu kadar karizmatik ve güzel görünebilmesine starlık deniyor. İyi ki doğmuşsun Freddy Mercury, çok tatlı bir insansın ve coşkun ilham verici.

Peace&Respect

4 Eylül 2011 Pazar

el öpenleriniz çok olsun




Eveeet geldik bir bayram tatilinin sonuna daha. Bu bayram tatilinde denenmemişi denedim ve herkes İstanbul’dan kaçarken ben İstanbul’da kaldım. Bu hareketten dolayı kendimi bir süre çok zeki hissetsem de bu his yerini sıkıntıya bıraktı tabi. 10 günün sonunda ev bir hobi sınıfına dönüştü. Şu an aynı anda örgü örüp, resim yapıp, roman yazıp, tahta zımparalıyorum. Makröme alıp bir de saksılık yaptım mıydı kafayı yemişliğimi tescillemek için noter çağıracağız.

Oysa herşey çok normal başladı. Şöyle ki;

Bayramın ilk günü münasebetiylen İstanbul'da kalmayı seçmiş kendini çok akıllı sanan insanlardan biri olarak sabah kalkıp anneme gittim, öyle yalandan bayramlaştık, harçlık vermedi, babamda vermedi, istedim ama kaale almadı. Oysa eskiden anne babamın elini öptüm mü babam elini sihirli bir kuyuya daldırmış gibi pantolon cebine sokar sonra da en küçük kağıt parayı büyük bir meblaymış gibi çıkarır, harçlık olarak verirdi. O zaman hayatını para üstleriyle geçindiren 3-8 yaş için haz noktasıydı o kağıt para.

E hadi harçlık vermediniz el öpeyim dedim. Onda da başarılı olamadım. Babamla böyle kısa süreli bir Süleyman Demirel’in elini öpmeye çalışan vatandaş mizanseni yaşadık. Ben eğildikçe o elini indirdi ben eğildim o indirdi. Tam bütün gücümle çektiğim elini dudağıma değdirecekken atik bir hareketle kaçırdı elini. O kaçırdıkça öpesim geldi, hırs bastı. Şimdi o vatandaşın azmini daha iyi anlıyorum.

Nihayetinde öpemediğim eller ve alamadığım harçlık faslı bittikten sonra annem baaaay yaptı ve çantasını kaptığı gibi arkasına bile bakmadan tatil yoluna koyuldu. Biz de İstanbul’da kaldığı için kendini çok akıllı sanan akıllı insanlar olarak bir sure birbirimize bakıp sonra da “e hadi dışarda bişeler içmeye çıkalım bari” dedik.

Çıkarken dedim ki “ama taksime gitmeyelim." Çünkü biliyorum ki olay Ölümcül Deney: Apaçi’ye dönüşecek, üzerimize gelen 3'lü 5'li apaçi gruplardan kaçalım derken sinir bozucu bir macerada bulacağız kendimizi. “Yok yeaa İstanbul bomboş baksana bişe olmaz” dediler. İyi dedim uyuzluk yapmayayım bayram bayram. Hem alış veriş yaparız dediler. Öyle kandırdılar beni.

Tabi meydana bir geldik ki, mahşer tatbikatı yapılıyor. Yılbaşı gecesinden hallice bir kalabalık ne yapacağını bilemez bir halde meydan ve İstiklal’in muhtelif yerlerinde konuşlanmış vaziyette. Her yerde duran insanlar var. Sonra sonra duranlara zoom yapınca bir kısmının Arap turist diğer kısmının Apaçi olduğunu anladık. Ama göte giren şemsiye açılır ki İstiklal’e ayak basıp geri dönmek mümkün olmadığından kendimizi Arap Apaçi denizine yavaşça bırakıverdik. Kimi yerlerde Apaçilerden kaçalım derken bir Arap’ın üçüncü karısı olma tehlikesiyle karşılaştık. -Hatta arkadaşlardan biri oldu galiba. En son bir Arap ailenin arkasında yürürken görüldü, sonra kendisinden haber alamadık. Mutlu olur inşallah-

Yolda arkadaşlarımızdan bazılarını Araplara üçüncü eş, bazılarını Apaçilere yem olarak versek de haritamızdaki mağazalara ulaşmayı başardık. Ama orada da bizi bizden daha çok parası olan, bir ülkenin bir kısmını işgal etmiş olmanın rahatlığıyla dolaşan Arap kızlar karşıladı. Hem misafirperverliğimizden hem de sayıca üstünlüklerinden aynı anda elimizi attığımız giysileri onların almasına izin verdik. Soyunma kabinlerindeki üstünlüklerine razı geldik. Onların yüzlerinde herhangi bir mimik olmadan yüzümüze bakarak yanımızdan geçmelerini sineye çektik. Sonra da arap turistlerin bize bakarken bir tişörta bakıyormuş ya da bizi görmüyormuş gibi davranmalarına daha fazla dayanamayıp yenilgiyi kabul ettik ve birşeyler içip evlere dağıldık.

Sonraki günler ben yaralarımı sarmak için kendimi güzel sanatlara ve el işlerine verdim. Kendime aynı anda örgü ipi-şiş, tuval-boya, zımpara-eskiciden sallanan sandalye gibi uğraşacak şeyler alarak, dışarıya çıkmamak üzere kendimi eve kapattım. Kazağın bir önünü bitirdim, resmin 3/2’si bitti, sandalyenin bel üstünü zımparaladım. Sanırım daha iyi hissediyorum. Daha da iyi olacağım. Ve bir dahaki bayramda Arapların karşısına daha güçlü çıkacağım.

Tüm bu olanlar bana birşeyi düşündürttü: Nerede o eski bayramlar?

Eskiden harçlık vardı, baba kredisi sonsuza kadar açıktı, rahatça el öpülür el peşinde koşulmazdı. Anneler bayram tatiline çıkmazdı evde oturup kek börek yapardı.

Sonra mesela bizim zamanımızda da Arap vardı ama bu kadar yoktu. Saygı çerçevesinde Arap vardı. Şimdi Araplar öyle mi heryerde bir Arap.

Öyle yani bizim zamanımızda Alman vardı. O da 3 tane bilemedin 4 tane. Denk gelince sarışın mavi gözlü cillop görmenin mutluluğunu yaşar, saygıyla keserdin. Sonra turist götürmenin bir abadı vardı. Şimdi turist bol amaaaa nerde o eski şaşkınlıkla etrafa bakan ürkek bir kuş edasındaki turistler. Kalmadı hiç. Şimdi hepsi Erasmus 31'ci gençlik.

Öyle yani. Hiç tadı kalmadı bayramların.

31 demişken dün gece çok seviyeli bir toplantıyla 31 yaşıma girdim. Ya da o da bana girmiş olabilir. Bence 30'dan sonra yaşlar insana girmeye başlıyor. Kaç yaşına girdin diye sormak yerine kaç girdi sana bu sene diye soralım artık birbirimize... Ya da hiç sormayalım... 30 yaş bunalımım hala geçmedi ya benim. Allah sağlıklı uzun ömür versin avuntusuna seneye geçerim diye tahmin ediyorum. Kısmet.

Bir de tam da bloga üye olan 900'üncü kişiye bayramda topladığım şekerleri ince şok poşetine koyup hediye edecektim ama bir baktım 900. kişimiz bedava, havadan üye olmuş. Ben de bu şekerleri 1000. kişiye saklayacağım. Malum önümüz Kurban. Ya da kalitelerine göre ayırıp güzel çocuklara iyi olanları, çirkin çocuklara en kötü kaliteyi vereceğim. Yan dairede bilinmeyen tropikal bir kuş gibi bağıran bebenin şekerini de şimdiden siyanüre yatırdım. Hele bi bayramlarda kapı kapı dolaşacak yaşa gelsin, en değerli pakete sarıp yemesini bekleyeceğim. Ve o sırada birden tıpkı onun gibi bbbrraaaaaaaaaaaa braaaaaaaaaaahhğğğ diye bağırmaya başlayacağım kanat çırparak etrafında. Evet yapacağım... O gün için yaşıyorum.

Bitiremiyorum farkındaysanız. Özlemişim.
Gerçek bir Ayşarman bitirişi yaptım. E o kadar Arap'a sürününce…