17 Kasım 2019 Pazar

Kocan seni aldatıyor. Bir dost.


Bundan bir kaç ay kadar önce kankam yavruladı. Bir görseniz maşallah öyle tatlı bir yavru ki gülünce içimiz eriyor. Ancaaaak ağlayınca birbirimize bakıp biraz panikliyoruz açıkcası. Çünkü sanırsın o an yavrumuza biri yumruk atmış. Öyle bir bağırma. Neyse ki günler geçtikçe ve Google'a sordukça bu zeki yaratığın tüm ilgileri üzerine çekmek için böylesine feryat figan bağırdığını öğrendik de artık yemiyoruz. Bırakıyoruz bağırıyor. Şaka şaka, kankamın hafif gözleri nemleniyor benim az tansiyonum düşüyor ama yanımızdaki tecrübeli anane sayesinde kısa sürede her şey normale dönüyor. Yani yanına uğradığım zamanlardaki durumumuz bu. Kısa süreli duygu durum değişikliğine bir süre dahil olup evime dönüyorum ve stabil duygu durumuma devam ediyorum. Ancak kankam aylardır bu roller coaster'ın içinde. Allah yar ve yardımcısı olsun.

Bu arada yakın zaman içinde yavrulayan sadece kankam değil, neredeyse etrafımdaki tüm kadınlar sözleşmişler gibi bebek sahibi oldular. Aslında sözleşme kendi aralarında da değil, doğayla yapılmış bir sözleşme. Doğa ana aba altından benim yaşlarda herkese sopayı göstermeye başladı çünkü. 'Hiişştt tatlı kız, yavruladın yavruladın, yavrulamadın genlerini defterden siliyoruz.' diyor. Sen de 'Ama ben daha çoook gencim, önümüzdeki hafta konserdeyim, şimdi de arkadaşlarla birer drink almaya dışarıya çıktım, şu elimdeki içkiyi bitirseydim bari...' diyorsun ama o saatine parmağıyla tık tık tık diye vurup kafasını sallıyor. 

Çaresizce 'Şimdi mi, yarın mı, hemen mi?' diyorsun. O da 'Belki de geç kaldın bilemiyoruz.' deyip pis pis dişlerini cırtlatıyor.

O an tüm kadınlar şöyle oluyor: Hİİ GEÇ Mİ KALDIIIIIIM!!!!!

Bu sırada yanda arkadaşlarıyla drink almaya çıkmış, gevrek gevrek gülen sevgilinin bu diyalogdan haberi yok tabii. Keko gibi seneye Ziget Festival'e gideceğini sanıyor. Çünkü onda sprem bol maşallah. 70'ine kadar yavrulayabilir. Acelesi yok.

Ancak hayat sürprizlerle dolu. Daha dün çılgın atan sevgilisi birden ona dönüp ' HADİ KALKALIM. GEÇ KALDIK.' diyip kolundan sürükleyip eve götürüyor. Erkek bir afallıyor 'Ya neye geç kaldık?' diyor. Kadın aceleye cevaplıyor 'Çocuk yapmaya tabii ki!'

Oooovvv!!! Bundan sonrası aşırı şenlikli. Çünkü bu aşamada çoğu erkeğin içindeki özgür ruh ortaya çıkıyor. Hayatında 'Hafta sonu kaçamak yapabileceğiniz yakın yerler' listesinde yer alan herhangi bir yere bile gitmemiş adamlar 'Ama hayatım ben dünyayı dolaşmak istiyordum' diyor. Kimi denizlere açılmak istiyor, kimi Tibet'te 7 yıl geçirmek istiyor. O zamana kadar yapılmamış bütün hayaller birden start alma noktasına geliyor. Hatta valla ağlayanı bile var. Ama nafile. Geç kaldınız bir kere. Geç kalamazsınız. Mümkün değil. Kan ter gözyaşıyla bu süreç atlatılıyor. Bir kısım çocuk rahimde bir kısım çocuk laboratuvarda dölleniyor. 

Şimdi tam burada filmi durdurup, biraz geri saralım. Kadının çocuk yapmamız lazım dediği yere gelelim. Bu aşamada erkeğin istemediği çocuğu yapmamak gibi bir seçeceği var aslında. İsterse 'Dünyaya bir bebek getirmek istemiyorum.' deyip bu konuda çok ciddi bir şekilde tavrını koyabilme şansı var. Ancak bunu yapabilen benim tanıdığım "2", sayıyla "İKİ" kişi var. Eşleri de kendi kararlarını kendileri vermişler. Biri ben çocuk sahibi olmak istiyorum deyip o erkekten ayrılmayı tercih etti. Erkek hala çocuksuz. Diğeri ise çocuksuz ama sevgilisiyle birlikte olmayı seçti. İkisi de çok mutlu hayatlarına devam ediyorlar.

Ancak çoğunluğa baktığımızda hikaye bu şekilde ilerlemiyor. Erkek yapmak istemediği çocuğu yapmamak için bir süre direniyor. Ancak bu pasif agresif bir direniş şekilde. 'Yapmak istemiyorum ama korunmayı bıraktık. Yapmak istemiyorum ama tedavi sürecindeyiz. Yapmak istemiyorum ama eşim hamile ve hatta yapmak istemiyordum ama şu an evimizde bir bebek var.' noktasına geliyorlar. Durum aşırı vahim çünkü bebeklerin geri iadesi de yok. Biraz vicdanlı biriyseniz bırakıp gidemiyorsunuz da. Dolayısıyla tebrikler, kendinizin ve onun hayatını cehenneme çevireceğiniz ay parçası gibi bir bebeğiniz oldu. Hayırlı ve geçmiş olsun.

Şimdi dondurduğumuz yerden kadınımızın hikayesine devam edelim. Döllenmiş bebek rahminde büyürken çoğu kadın çok mutlu. Çünkü doğa anamız sağolsun yapman lazım sopasını sallarken 'Ben sana elimden gelen desteği vereceğim.' sözünü de fısıldıyor. Öyle de yapıyor gerçekten. Salgılanan hormonlar sağolsun hamile kadınların hemen hepsi kafası güzel dolaşıyor. Hayatının en huzurlu ve mutlu günlerini yaşıyorlar. Üstelik yanlarında çocuk yapmak konusunda kafası karışık bir erkekle yan yana yatarak. Hormonlar bir yandan anne adayını sağlam tutmaya çalışırken kadının bilinçaltı kulağına bir yandan fısıldamayı ihmal etmiyor ama 'Unutma ki bu bebeği sen istedin. Dolayısıyla sızlanmaya hiç ama hiç hakkın yok.' Bu kulağa fısıldanan cümleler sonucunda kadın tüm hamileliği boyunca hayatında ve hayatlarında hiçbir şey değişmemiş ve değişmeyecek rolü yapmak zorunda hissediyor. Heyecanını, kafasındaki soru işaretlerini, korkularını, endişelerini ve hatta yorgunluğunu çocuğu birlikte yaptığı adamla paylaşmayı kendinde hak bile göremiyor. Çünkü o zaten istemediğini söylemişti...

Ancaaak asıl mesele anne bebeğini kucağına aldığında başlıyor. O noktaya kadar ben sana elimden gelen güzelliği yapacağım sen yeter ki doğur diyen şerreeffsiz doğa ana birden bire yok oluyor. Onun derdi buydu çünkü zaten: Gen aktarımı. Artık senin duygularının bir önemi yok. Çünkü o istediği her şeyi tatlı diliyle senden aldı. Genin devamı gerçekleşti. Hadi sana kolay gelsin!

Annenin vücudundaki unicorn hormonlarının geri çekilmesiyle birlikte gerçekler su yüzüne çıkmaya başlıyor. Bebek dediğin şey hep agu cugu deyip gülmüyor. Hatta o şekilde güldüğü sürenin toplamı ayda 10 dakikaya falan tekabül ediyor. Toplamda bok, çiş, ağlama krizi, geğirik ve kusmukla dolu birkaç ayın başlangıcı daha ilk günden anneye bir tokat gibi iniyor sağolsun. Ben böyle bir şerefsizlik daha görmedim. Zavallı annemiz lohusalıktı, uykusuzluktu, kusmuktu uğraşırken erkek ise hemen karşısında oturmuş kafasını sallayarak en iyi ihtimalle içinden şöyle diyor: 'Ben demiştim. Hayatımız bok oldu. Yaptığını beğendin mi?'

Kadının zaten kafasında Godzilla bebekler tepiniyor üzerine bir de bu tavrı hissettiğinde iyice içine kaçıyor. Gece uyandırmayayım, sonuçta ben istedim. Aman ağlatıp kafasını şişirmeyeyim sonuçta ben istedim. Dur şimdi ne kadar zor olduğunu itiraf edip onu haklı çıkarmayayım sonuçta ben istedim. Önüne gelen vücudum, sütüm, anneliğim hakkında konuşuyor ve hepsine ben cevap vermek zorunda kalıyorum ama sonuçta ben istedim. Ben bütün gün dört duvar arasında kafamı bebek bezlerine vuruyorum ama o konsere gidecek çünkü sonuçta ben istedim. Çok yorgunum, çok mutsuzum, bu yavruyu nasıl büyüteceğimi bilemiyorum ama kimsenin sorunu değil çünkü sonuçta ben istedim. Ben gece ve gündüz, gerekirse tek başıma bebeğime bakmak zorundayım sonuçta ben istedim. BEN İSTEDİM!

Ancak burada gözden kaçan büyük bir şey var. Eğer bir peygamber doğurmadıysanız bebeğinizi tek başınıza yapmış olamazsınız. Dolayısıyla o hiçbir şeyden haberi yokmuş, sizden çok önce bebek konusunda aydınlanma yaşamış gibi davranan eşiniz sizi büyük aldatıyor.

Çünkü o da istedi. Eğer sevgiliniz bir insan yaratmanın ne kadar büyük bir sorumluluk olduğunu kavrayamayacak kadar cahil değilse, içinize ya da laborantın verdiği tüpe boşalırken doğa ananın seksi sesini dinliyordu: 'Genlerini saç, küçük bir sen yarat. Ölümsüz olacaksın.'

Ama size hiç çaktırmadı. O sesten hiç bahsetmedi. Çünkü bu kararın sorumluluğunu taşımadan hayatına devam edebilmek varken neden sizinle birlikte o bebek bokununun içinde boğulsun ki.

Modern bir kadın olarak hayatının sonuna kadar partileyebilecek, sırtında tek bir çantayla dünyayı dolaşabilecek özgürlüğe sahipken çocuk sahibi olmayı tercih eden sensin. Oysa o bu modern bakış açısıyla parıldayan zihniyle çocuğun çok demode bir şey olduğunun farkına varmıştı. Eve geldiğinde önüne gelen yemek, yıkanan çamaşırlar, ortak yaşamın verdiği maddi manevi rahatlığı devam ettirirken, toplumun suyuna gitmenin verdiği rahatlığı taşaklarında hissediyorken her şey çok güzel. Ama bu birlikteliğin meyvesine sıra geldiğinde herkes ultra modern bir bakış açısına sahip.

Yok canım yemiyoruz biz bunu. O çocukları pekala siz de istiyorsunuz. Ancak o çocuklar için hiç bişey yapmak istemiyorsunuz. O nedenle ilk sıkıştığınız yerde ben istemiyordum zaten kartını oynuyorsunuz.

Valla bravo biz de bunu yiyoruz. Desek ya doğduktan sonra madem evet ya çok zormuş hiç düşündüğüm gibi olmadı bunu yetiştirme yurduna mı versek acaba diye. Madem istemeyerek çocuk yapılabiliyor o halde biz de istemediğimizde geri iade edebilelim. Şu an annelerin içi sızlıyor biliyorum veremezsiniz. Ancak bu bir çocuğu tek başınıza büyütmeniz gerektiği anlamına gelmiyor. Bunu yapamayacak olmak sizi daha az anne yapmaz. Bir çocuğun sorumluluğu tek başına alamayacağınızı bağırarak söyleyebilirsiniz. Bu çocuğunuz sahipsiz anlamına gelmez.

Erkek toplumu her dönemde kendi kadınlığımızı bize karşı kullanmayı çok iyi beceriyor. Anneliğin kitabını bizden önce yazıp hepimize dağıttıkları için onların kaleminden okuyoruz senelerdir. Oysa anneliğin neresinin fazla neresinin eksik olduğunu en iyi biz biliyoruz. 

Aynı şekilde babalığın kitabını da onlar yazdığından gerektiğinde gururlu baba gerektiğinde ise toplumun baskısı olarak karşımıza çıkıyor babalık. Vay efendim erkeğin tek görevi döllemekmiş de geçmiş de babalık mı varmış da, erkek tek eşli değilmiş de, annenin duygusal bir bağı varmış da erkek o bağı sonradan kuruyormuş da... Bütün bunlar hep sizin götünüzden attığınız şeyler. Bir atgotten olarak götten atılan şeyleri yüz milyon metreden anlarım.

Bu nedenle beyler lütfen döllerinizin sorumluluğunu en az anneleri kadar almak zorunda olduğunuzun farkına varın. Yani zaten farkındasınız da bu kötü beşinci sınıf oyunculuğu bir kenara bırakın. Babalar bebeklerden daha fazla mızıldamasın lütfen. Memeler dolu. Size verecek meme de kalmadı. Taze bitti. Ayrıca bebekliğinizin üzerinden 30 küsür yıl geçti. En az.

Bir arkadaşımla yaptığımız 'Çocuk yapmalı mı yapmamalı mı?' oturumunda bana çok hoşuma giden bir şey anlatmıştı. Anne ve babası birbirleriyle çok iyi anlaşan iki sevgili ve arkadaşmış. Ancak hasbelkader ve sanırım yanlışlıkla arkadaşım dünyaya gelmiş. Arkadaşım anne babasının durumu çok iyi idare ettiğini, birbirlerine bakıp yapılabilecek hiçbir şey yok buna maksimum üniversiteyi bitirene kadar iyi bakacağız ve sonra hayatımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz deyip yollarına devam ettiğini söyledi. Söz konusu çocuk kendisi olduğu için biraz acımasız gibi gelebilir. Ancak duyduğum en sağlıklı ebeveynlik hikayesi bu bence. Ne de olsa birbirinize iyi günde kötü günde destek olacağınıza söz vererek aynı evde yaşamaya karar verdiniz. Yani bebek kötü bir haberse bile idare edilebilir. Şunun şurasında hayatınızın 25 senesinden bahsediyoruz. 

Kes! Mızlanma!

Sanki o 25 senede insanlığa yarar bir şey icat edecektin, Oscarlık film çekecektin de Nobellik kitap yazacaktın. Sanki Karayiplere taşınacaktın! Onu yapacak insan yapıyor zaten.

Çünkü babamın bir lafı vardır: Yaparsan olur.


29 Nisan 2019 Pazartesi

Çek dostum çek, dünyanın derdini çek!




Selamünaleyküm sevgili arkadaşlarım. Nasılsınız inşallah. Çok şükür elhamdülilah.

Yazıya neden böyle camiye girer gibi girdim tam bilmiyorum. Ramazan reklamları başladı. Onun etkisi olabilir.

Bütün gün bahar temizliği yaptım. Tabii annelerimizin bahar temizliğinin yanında ıslak mendille toz almak gibi kalır. Yine de hakkını verdim diyebilirim. Camları sildim. Lavaboları ovdum. Milyon tane kedi biblomun tozunu aldım. Dolapları dizdim. En sonunda da kendimi yıkadım, tırnaklarımı kestim. Ohhh çok şükür vallahi bütün fazlalıklarımdan kurtuldum. Evde yerlerde yuvarlanmak ve kediler yarın evin azına yeniden sıçmadan önce bu anın tadını çıkarmak istiyorum.

Az önce de yorgunluktan ağzımın yanından sular akarken zengin ve fakir konulu dizilerden birini izliyordum. Her seferinde bir başkasını izliyorum böylece daha sürprizli bir zengin fakir kombinasyonu yaratıyorum. Hangi dizinin zengini fakirini daha iyi eziyor, hangi fakir önce hamile kalıp doğuracak gibi bir mantıkla izlediğinizde netfliks dizilerine taş çıkarıyor.

Mesela şimdi bu dizideki izlediğim fakirin 3 ayından gün almasına bir hafta kaldı. Geçen günkü fakirin de sanırım 3 ayı geçti. Bulantıları azaldığına göre...

İşte tam da böyle hesaplar yaparken sen çat dedi televizyon kapandı. Tv'ye mal gibi baktığımdan düğmeye basın uyarısını görmemişim. Kumanda da uzakta, alamadım da. Neyse artık yarının hamile fakirinden devam ederim diye düşünüp duvara bakmaya başladım.

Sonra kendi fakirlik hikayem aklıma geldi yine kendi kendime bastım kahkahayı. -Nasreddin hoca kitaplarındaki gibi kahkaha basarım ben kahkaha atmam.- Neyse geçen beyimle çocukluğumuzdaki tekerlemelerden bahsediyorduk. -Öff aşırı sıkıcı yaşlı şair muhabbeti gibi değil mi? İçimizdeki çocuğu eğlendirmek için arada böyle şeyler yaparız.- İşte sırayla hatırladıklarımı söylüyordum. Sıra şu herkesin bildiğine geldi:

Çatlak patlak
Yusyuvarlak
Kremalı börek
Sütlü çörek
Çek dostum çek
Dünyanın derdini çek!

Bey bi dakka ya dedi sonu öyle değil ki 'Arabanı yoldan çek' olmalı. Olur mu ya dedim 'Dünyanın derdini çek' olacak o. Yok ya dedi arabanı yoldan çek, dünyanın derdini çek ne çocuk halinle hah hah hah diye dalga geçti.

'Biz fakir mahalle çocukları dünyanın derdini çek olarak söylüyorduk siz zengin çocuğu olduğunuz için herhalde arabanızı yoldan çekiyordunuz. Bizim yoldan çekecek arabalarımız yoktu.' diye de çıkıştım.

Sonra kardeşlerime sordum bu tekerlemenin sonu böyle değil miydi diye. Onlar da demesin mi arabanı yoldan çek diye. Hoydaaaaaaaaaaaaa. Hala kalıbımı basarım ki dünyanın derdini çek olarak söylediğimize.

Şimdi düşünüyorum ben mi öyle söylüyordum acaba diye. Küçükken emoydum ben çünkü Afrika'daki aç çocuklar için ağlıyor, sokaktan geçen bandodan savaş çıktı diye korkarak kaçıyordum. Dolayısıyla tekerlememin de bu derece içli olması çok normal. Varoş mahallelerin ürkek çocukları için çek dostum çek diye başlayan bir tekerlemenin devamı dünyanın derdini çek olabilir sadece tamam mı?

Ayrıca da çok eminim yani birilerinin bunu böyle söylediğine. Bir tane arkadaşım vardı küçükken mahalleden merdiven arasında oturup bize garip yetimler şarkısını söylüyordu. Acaba onla mı bu versiyonu söylüyorduk? Gerçi bir noktaya kadar zenginlik devam da ediyor hani... Kremalı börekler, sütlü çörekler... Birden çek dostum çek dünyanın derdin çek de çok anlamlı değil. Bu nedenle sözümden dönmemek için tekerlemenin toptan fakir versiyonunu yazmaya karar verdim.

Çatlak patlak
Yusyuvarlak
Patatesli börek
Etli ekmek
Çek dostum çek dünyanın derdini çek.

Böyle daha bizden olmadı mı? Toplumsal sorunlara değinen, çocukları gerçek dünyaya hazırlayan daha mantıklı bir tekerleme olmadı mı arkadaşlar!

Zaten sonu da varmış. Şöyle: 'Çek çek amca burnu kanca al sana bir tabancaaa' Buraya dokunmuyorum çünkü bence gayet makul bir son.

NOT: Bu tekerlemenin sonunu benim gibi söyleyen birileri çıkacak değil mi? Bir ben mi çektim bu dünyanın derdini çocukluğumdan itibaren... :(

22 Ocak 2018 Pazartesi

Pardon siz kim köpeksiniz!


Hello sevgili arkadaşlarım. Nasılsınız? Umarım siz de kış depresyonundan yastıklarınızı avuçlamıyor, orada burada buğulu camlara 'I Don't Belong Here' yazmıyorsunuzdur.

Kesin yazıyorsunuz.

O halde verelim mi coşkuyu? Hayata hep birlikte ikrah edelim mi? Linç edelim mi birilerini? Azına azına vuralım mı sevmediklerimizin? HEPSİNE BELA OKUYALIM MI!!!

Eveeeeeeetttt!!! (Ağzınız köpüklü köpüklü bağırıyorsunuz, duyuyorum. Ya da delilik geldi, tam bilemiyorum. Çünkü I DON'T BELONG HERE!!!)

Evet tabii yaa. Çünkü biz naif insanlar bu hayata tutunmak için aşırı çaba sarfederken bir de bu kaba insanların düşüncesiz bencil kaprislerini çekip, saygısızlıklarını sineye çekmek zorunda değiliz. Ha sorsan o da çok naif. Bu hayattan çok çekiyor, bu ülkeden çok çekiyor. Ooo bebeyim yaa Ortadoğu'ya sıkışmış bir aydın olmanın buhranıyla, dandik Türk filmi disko sahnelerine benzeyen partilerde kokoları çekerek başa çıkmaya çalışıyor. Onu da helal parayla değil, onun bunun hakkını gaspederek satın alıyor zaten. Zenginlikten değil yani. Tıpkı o hakir gördüğü mahalle delikanlısının yaptığı gibi çocuğunun, karısının, yıllardır zam yapmadığı çalışanın rızkıyla alıyor. Ama onun başa çıkması gereken varoluşsal problemleri var.

Aslında, özünde saygısız bir yavşak. Sadece buhranlı bir yavşak.

Şimdi bu yavşağı bir kenara koyun. Türevini alıcaz.

Geçtiğimiz 3 yıl içinde sanırım 5 ev değiştirdik artık saymıyorum. Göçebeliğe geçtik biz gibi düşünüyorum. Bir yandan da yerleşik hayata geçelim de artık bi götümüz koltuk izi yapsın istiyorum. Bu nedenle de semtten hep geçerken gördüğümüz ve 'Aa ne güzel ev yaa' dediğimiz evin kiralık olduğunu duyunca hiç düşünmedik, kol saatlerimizi satıp o daireyi tuttuk. Tutmadan ev sahibini bir aradım tabii ki adettendir, hani 50 lira düşerse kedilere kaliteli mama almaya devam ederiz, kreşe yazdırabiliriz falan diye düşünerekten. Miniğin ısırma huyu çıktı çünkü, double trouble. Neyse aradım efenim 'Merhaba da, biz evi beğendik de, aman da ne güzel kirası yenir bir daire maşallah' falan konuşuyorum. Adam aşırı kibar ama ölüyor gerçek bir Beyoğlu beyefendisi. Ancak gel gör ki ben meramımı söyleyemeden bu başladı mı 'Ben eski kiracımı çok severdim. Şöyle iyi kiracıydı böyle harika bi insandı. Ülkenin durumu malum yurtdışına çıkmak zorunda kaldılar. (Sanki siyasi suçlu gtk, sikinin keyfine göçmüş işte.) Yoksa hayatta bırakmazdım.' falan. Adam eski kiracısıyla dövdü beni. Dolayısıyla ben de eski kiracı kadar iyi bir kiracı olabilmek adına hemen pozisyon aldım. 'Neyse parası veririz yani sonuçta biz de iyi kiracıyız. Her ay size çalışırız gıkımız da çıkmaz. Eski ev sahibimizin akan evine 2 ay fazladan kira vermiş kiracıyız biz. Sizi madur etmeyiz el üstünde tutarız dedim. Ayrıca yurtdışı olmasa da biz de ülkenin durumundan dolayı Ege'ye göç ettik.' dedim. Altta kalacak değilim.

O konu öyle geçti. 'Yalnız' dedim 'Merkezi ısıtma yaz kış sanırım.' Bakın artık soru sormuyorum. Yazın bizi güneşin ısıtması umrumda değil. Çünkü o yurtdışında giden kiracıdan daha iyi bir kiracıyım. Beyefendi dedi ki 'Organik kömür yakıyoruz biz. O nedenle biraz pahalı.' Ben organik kömür mü varmış, tezek o be diye düşünürken, 'Kullandığımız kömürün çevreye zararı yok yani!' dedi. Güzel... Güzel yani ne diyim... Sonuçta küresel ısınma diye bir şey var. Kutuplarda buzun üstündeki kutup ayısı... Yeter ki küresel ısınmasın, biz ısınmaya yaz kış aynı parayı veririz.

Telefonu kapattığımda bir şeylerin yanlış gittiğini anlamıştım ama çok kafam da karışıktı. Eski ev sahibi 'Ben evime geçicem, oturduğum evimin yanında kentsel dönüşüm başladı sesten rahatsız oluyorum, bu ay çıkın.' demişti. Tabii iki evim olsa ben de salonumu değiştirir gibi evimi değiştirebilirim. Hakkı yani kadının diyip çıkmak zorunda kaldık. İşte öyle böyle derken, madem organik kömür, bu evi tuttuk biz.

Yaaaa medeniyete gelin arkadaşlar. Benden önceki kiracı yurtdışına taşınmış, kömürüm organik, ayağımı dışarıya atıyorum tepeden ısıtmalı kafelerde beynimi haşlayabiliyorum. Semti doğru seçersen İstanbul'da yaşamak çok da zor değil.

O zaman varoluşsal problemlerimizi semt ruhuna uygun bir şekilde yaşamayalım mı? Yaşayalım tabii. Sanat, edebiyat, hayatın anlamı, deprasyon, 40 yaş krizinin dört bir yanda çılgınca yaşandığı bir ortam. Buna değer.

Ancak geldiğimizden beri üst kattan at koşturması eşliğinde müzik sesleri geliyor tatlı tatlı. Hafta sonları partiliyor gençler. Yumurcaklar. E yani vuhuu sonuçta özgürlük biraz da partilemek değil mi? Sen 40 yaşındasın diye insanlar eğlenmesin mi? Bazı geceler 4'e kadar müzik dinleniliyor ama müziksiz nefes alamayanlar olabilir sonuçta. Ayrıca o koşan at değilmiş, bir Alman Kurdu. Ayyyyy ne tatlı yaaa. Arada ağlıyor falan. Köpek ama normal ağlar yani. Ayrıca sahibi köpekten daha çok ayaklarını yere vurarak geziyor evde. Ama bunlar hep asilik, dışavurum. Yılbaşından bir gün sonra evde yılbaşı partisi verdiler mesela. Gece 4'e kadar her saat başı ondan geriye saydılar. Yaa ne güzel eğlendiler, güzel şaka, aferin.

Bunlar iki kişi mi? Çünkü bayağı insan yürüyor ayaklarını vura vura. İçeri girerlerken gördüm ki iki kişiler ve üstelik genco falan da değiller. Aynı yaştayızdır, net! Bak her gece partiliyorlar ama ne güzel. Ama her gün partilemeseler keşke ya çünkü uyumak istiyoruz şu an.

3 ay içerisinde kendime hep bu cümleleri kurdum. Olur, geçer, herhalde bugün kötü bir gününde, herhalde bugün iyi bir gününde, herhalde bugün misafirleri var. Ancak bu duygu olumlamalar bir süre sonra ya sabır çekmeye döndü tabii. Yine dine döndük...

Artık geçtiğimiz gece saat 3'te dünyanın en tatlı yüzünü takınıp yukarıya çıktım. Kapı açıldı iki tane sakallı sorgulayıcı gözlerle bana bakıyor. Biri kurdu tutuyor ama bence kurt da çok mutsuz. 'Help me!' diyor gözleriyle. Neyse dedim ki 'Merhabaaaaaaaaaaaaa (samimiyetsiz uzatış) ben alt komşunuzum adım atgotten memnun oldum.' Sakallılardan evin sahibi olanı benim kadar samimiyetsiz, son derece teatral tok sesli karşılamasıyla 'Merhaba' dedikten sonra hemen müziğe koşup sesi kapattı. Dedim ki 'Ya biz geleli 3 ay oldu aşağıya bir süredir de müzik ve diğer sesler için sizi sıkmamak için çabalıyorum.' Çocuk sözümü kesti aynı teatral çıkışla 'Aaa öyle mi ben bu derece rahatsız olduğunuzu bilmiyordum.' dedi. Ben de işte 'Ben de çok rahatsız değilim de işte saat 3 olmasa yine sorun değil.' dedim. Hani bi noktaya kadar eğlen coş demek istiyorum. 'Neyse rahatsız ettim kusura bakmayın.' dedim tam gidicem, sakallı şöyle dedi:

'Ben tam 8 yıldır burada oturuyorum ve ilk defa böyle bir şikayet alıyorum... Daha dikkatli olucam.'

Bunu söylerken o teatral ifade yoktu suratında. Çünkü o kibar görüntüsünün altındaki seda sayyan, mahalle çirkefi ağır çekimde 'hoooşşşttt sen kim köpek' dedi adeta. Çeliktepeliyim, nerede olsa tanırım.

İndim aşağıya ve sessizlikte uyumanın ne kadar güzel bi şey olduğunu düşünerek yatağa yattım ki aradan 10 dakika geçtikten sonra müziği yeniden açtı. Ama tabii ki modern apartman hayatının gerekliliklerin bilen ve kişisel haklara saygısı olan her birey gibi sesini bir nebze kısmıştı. Ve böylece saat 5'e kadar müzik dinleyebilirdi.

Keşke medeniyet parayla satın alabileceğin bir şey olsa. Hayır paran var alamıyorsun!!! Kömürün bile organiğini yakıyorsun ama bu görgüsüzlükten kurtulamıyorsun. Üst komşun yağlı saç, parlak siyah gözlü hipster kılığına girmiş seda sayyan. Sadece sen kim köpek yerine siz kim köpeksiniz diyor.

Uyumadım tabii, kalktım. Camdan dışarıya baktım, baktım, baktım. Bir dahakine polis çağırırım dedim. Sonra dedim ki çağırmamalısın, polis iyi bir şey değil.

Dışarısı çok soğuk olduğundan ve biz organik kömür yaktığımızdan camlarımız buhar olmuştu ve cama 'I Don't Belong Here' yazıp yatağa geri döndüm.

Bitirirken; üstte seda sayyan, yan binada da ibo oturuyor. Sabah 8'de 'Alooowwwww Osman nabar amına goyim. İyiyim amına goyim napim amına goyim. Nasıl gidiyor amına goyim, he benim de iyi gidiyor amına goyim.' diyip kapıyor. Ardından 'Aloooooowwww Mahmut nabar amına goyim. iyiyim amına goyim napim amına goyim. Nasıl gidiyor amına goyim, he benim de iyi gidiyor amına goyim.' diyip kapıyor. Ardından da Ahmet'i arıyor. Böyle 12'ye kadar konuşuyor. Görevliden öğrendik ki yan binada inşaat işçileri kalıyormuş. Dedik çok ses geliyor bağıra bağıra konuşmasa çok iyi olcak amuğa goyim. O kesildi.

Kesin 'Yan tarafın amuğa goyim.' demiştir ama ekmek parasından falan çekinmiştir. Çünkü bir süredir duymuyoruz amuğa goyim.

Kıssadan hisse; kabasınız, yavşaksınız, terbiyesizsiniz, ilkesizsiniz, yalancısınız. Organik kömür de yaksanız, playlistiniz Selda Bağcan'dan Chopin'e de uzansa da genetik miras hiç ummadığınız bir yerde "hello" diyor.

Ve ben hepinizi mahfedicem. Aksi takdirde deliriyorsun çünkü. Bir arkadaşın akrabası delirmiş, insanlar çok hain, hak, hukuk, adalet derken yanmış kafası. Çok üzüldüm. Allah korusun. Ülkenin doğusunda gerçek organik dertleri olan bir şehirde yaşıyor gerçi. Delirmesen insan değilsin.

17 Eylül 2017 Pazar

Çok şükür bu yıl da doğduk!


Bugün benim doğum günüm, hem sarhoşum hem yastayım, bir bar taburesi üstünde yumurtalıklarımın kalitesizleştiği yaştayım. Şaka şaka sarhoş değilim çünkü hala içmiyorum ve de yasta da değilim çünkü savaştan kaçarken çocuğum sularda boğulmadı. Ancak yumurtalıklarımın kalitesizleştiği bilimsel bir gerçek. Azalan doğurganlığım kamuya açık bir tartışma konusu.

Yaşa(l)mak böyle bir şey ama yapacak bir şey yok. Her yaşın kendine ait bir geyiği var. Bu geyiklerin toplamından da hayat oluşuyor. Siz de sıkılmadan dinlemeye çalışıyorsunuz. Eğer geyikçi bir insansanız ooo hayat çok güzel. Ancak eğer geyik muhabbetinden hoşlanmıyorsanız azabınızın dolmasını bekliyorsunuz.

Ama yine de çok şükür!

Şükür tabii. Sonuçta yan komuşumuz yazlıkçı geyikçi amcanın torunu olarak da gelebilirdin dünyaya. Hiç silinmeyecek belalı bir genetik kodla doğduğun için 22 saatini ağlayarak geçirebilirdin. Üstelik daha da 2 yaşındasın. Bunun 12'si 22'si 32'si 42'si 92'si var. Hep ağladığın için uzun da yaşarsın. İçine attığın gam yok çünkü. Etrafındakileri sinirden öldürür uzun uzun yaşarsın.

Neyse, bırakalım bir kenara ağlayan gerizekalı çocukları, sabahları bağırarak burnunu ve boğazını temizleyen balgamlı emeklileri, hasbel kader parasıyla cennette tatil yapma şansı yakalamışken arabasından pet şişe fırlatma haddini kendinde bulan ayıyı da kendimize bakalım değil mi?

Aslında bakmasak mı?

Aslında ben tam kendime de bakmak istemiyorum ya. Çok bakınca da deli diyorlar çünkü. Ay bunu neden düşündüm, ay hayat dediğin bu kadar mı, ay onu sorgulayayım bunun derinine ineyim derken piskologluk oluyorsun. Piskolog güzel bir şey gerçi. Ne anlatırsan anlat senin lehine ve yerine düşünen bir beyin daha. Ekstra hafıza gibi bir şey. Kötüleri ona atıyosun sen de sadece iyiler kalıyor. Dosyalar yer kaplamıyor.

O halde kendimize ve balgamlı amcalara bakmazsak nereye bakalım? Instagram'a mı bakalım, Facebook'a mı bakalım? Önce Instagram'a bakalım.

Bakıyoruz evet, kaydırıyoruz aşağıya...

Contemporary... Yunanistan... Kedi köpek (Kalp)... Meryem Üzerli (Takip ediyorum, gözlerinin ayrıklığı hoşuma gidiyor.)... Purolu adam (Bunu çıkarıyim ben ya, prosuyla var etti adam kendini)... Eveeet... Eveeet...

Bir noktaya kadar iyi gidiyordu ama çok sahtekar pezevenk bir tanıdığa gelince bak o kan yine beyne sıçradı. Eskiden bu gibi insanların filmleri çekilirdi. Üstelik o filmleri izleyince de 10 gün kendinize gelemez, insanlardan korkar olurdunuz. E şimdi o kişi arkadaşınız. Kendilerini etrafa oldukça farklı bir şekilde tanıtıp aslında içinde ve ayna karşısında büyük kompleksler ve mutsuzlukla başa çıkmaya çalışan sosyopat karakterlerden bahsediyorum.

Yaa bari bunu bilenler likelamasın. Deliriyor karşımızdaki yavaştan anlamıyor musunuz? Deliyi niye yüreklendiriyosunuz. Ondan sonda partiden partiye koşup, 'En çok BEN EĞLENİYORUM. En güzel yemeği ben yiyorum. En çok ben seyahate çıkıyorum. En klass benim. Hollywood starları gibi yaşıyorum.' demek için iyice hasta ediyor kendini.

Hayır o kadar deneyim işe de yarasa hiç gam çekmeyeceğim. Günün sonunda 200 festivale de gidip, 100 dünya mutfağı tadıp, 700 ülke de gezse zihinsel bir gelişim de yaşamıyor ki. Yine aynı dar bakış, yine aynı fesatlık, fitnelik, aynı küçük hesaplar. Ulan eskiden insanlar yeni bir şey keşfettiğinde kaşif oluyor, kitaplar, şiirler yazıyor, tüm insanlığa çağ atlatıyordu. Bu kadar gezmenin yemenin çıktısı 300 like mı!!!

Neyse ya takmıyoruz bunları, aşağı kaydırmaya devam ediyoruz. Yoksa stories'e mi baksak biraz da.

Arkadaşlar, sadece ekrana bakıp gülümseyen ya da ağzını çeşitli şekillere getirerek video çeken tanıdıklarım var. En az 30 saniye buna bakıyorsun. Birinin karşısına geçip bunu yapsanız hastaneye kaldırılırsınız. Keza yaptığınızda bu. Hastaneye mi kaldıralım sizi. Yolda deli görseniz 'Aaay üstüme işer' diyip kaçarsınız. Hadi bi kere iki kere kafan güzeldi, belki gerçekten delirdiğin bir andı yaptın. Ona kimsenin bir şey diyeceği yok da. Söyleyecek sözün, gösterecek ilginç bir şeyin yoksa niye suratına baktırıyorsun saniyeler boyunca. Bakın, can sıkıntısından kıçını parmaklamak bile daha akıllıca bir eylemdir. Uyarandır, kimseye bir zararı yoktur, kimsenin vaktini çalmaz, belki hayat hakkında yeni bir kapı bile açabilir, kimbilir. Üstelik haber değeri taşır.

Bu ucuz örnekten sonra hemen toparlamak için size bilimsel bir kaç bir şey yazmak isterdim ama yazamayacağım. Sosyal medya zulmünü anlatan milyonlarca makale var. Üşenmeyin açın okuyun.

Instagrama da bakamadık. O halde Facebook'a bakalım.

Evet kaydırıyoruz aşağıya. Ooo faşizm, ooo seksizm, ooo kayınço, aaaa kalp krizi ama iyi dua emojisi, ohhh hayırlı cumalar, çomarlar ve çapulcular... Özet bu ama en azından Instagram'dan iyidir. Herkes daha kendisi. E tabii ortamda anne, baba, teyze, hala var, herkes herkesin ne bok olduğunu biliyor. O teyze o fotonun altına gerçeği yazar çünkü. 'Evladım 3 kuruş maaşınla o hayatı nasıl yaşıyorsun sen!' der çat diye.

Öff neyse ya kendimi önce sosyal medya düşmanı olup sonra da sosyal medya uzmanı olan Okan Bayılgel gibi hissettim.

Tamam o halde elimizde kalanlara bakalım:

Kediye bakmak, denize bakmak, önüne bakmak, tavana bakmak, bi de ayaklara bakmak, manitaya bakmak, sonra bunlar arasında tur bindirmek. Ama düşünmeyeceksin bu bakış esnasında. Düşünmeye başladın mı tadı kaçıyor çünkü. Öyle bakacaksın. İnek gibi.

Doğumgünlerinde alınan kararlardan da almayacaksın. Karar ne ya? Hükümet mi yönetiyorsun, sen kendini ne sanıyorsun?

Şimdi de Gülse Birsel gibi yazmaya mı başladım ne? (Şaka şaka ay lav gülsebirsel'in dişleri)

İnsan yaşlandıkça anlatacağını tam anlatamıyor. O yüzden sazı eline alıyordu da anlamıyorduk demek ki dedeler neneler. Yaşlanmak kafa karışıklığı demek çünkü.

Oysa senle netleşiriz sanmıştım hayat. (Lütfen bunu bir duvara yazıp fotoğrafını Twitter'da paylaşır mısınız?)

Bir dakika ya çok dağıldık arkadaşlar!

Tamam bir dakika ikrah saatimiz sona erdiyse asıl diyeceğimi diyeceğim.

Nasılsınız yaa? Ben hamdolsun, Bodrumlardayım, bütün gün yatıyorum çok afedersiniz. Şaka lan şaka arada çalışıyorum. İçerik üretiyorum. Günümüzün pamuk işçiliği gibi bir şey. Parmaklarınız yamuluyor. Don, atlet gibi önem taşıyan giysilerinizin arkasında elleri yamulan pamuk işçileri vardı ya. İnternet varolsun diye, bütün gün gezerken karşınıza çıkan o anlamsız metinleri ırgat gibi ben yazıyorum. Bir gün kahve sağlığa çok yararlı diyorum, ertesi gün hiç yararlı değil içmeyin diyorum. Kolestrolden Mars'a her şeyi en çok ben biliyorum. Okuyor musunuz da bilmiyorum piçler ama yazıyorum işte ne yapayım şezlong parası.

Arada günler, aylar, yıllar geçiyor, doğumgünleri oluyor. İşte öyle zamanlarda birlik beraberlik olsun istiyorum. Burda gülüp geçtiğimiz günleri özlüyorum. Bir kitap var 5 yıldır duran belki ona başlarım yine diyorum. Sonra diyorum ki yok lan ne kascam kendimi kameraya 30 saniye boyunca baktığım videolar mı çeksem. Gezmeyi sevmeden gezi kanalı açıp youtuber mı olsam. Şehir hayatını reddetmek hakkında atıp mı tutsam. Sonuçta herkes de yer yani. Bunlar da aklımdan geçmiyor değil.

Bu sırada durmadan birileri hala bana çocuk yap diyor. Keşke telkinle hamile kalınabilse. Şimdiye 10'uncuyu doğuruyor olurdum herkes de rahat ederdi. Arada bir o da mantıklı geliyor. İsmini buldum çünkü çocuğun: Yaz. Hem yazının yazı hem de mevsimlerden yaz, çaktınız. Biri ilerde ona 'Seni kalbime Yaz'dım'da der hem romantik olur. Ama işte çocuk ağlaması fobim var. Bir de sabahları kalkamam ben erkenden ruh hastası olurum. Sonra ölürüm falan erken yaşta geride kalır, çok üzülürüm. Sonra efenime söyliyim o da ölecek bir gün. İnsan çok sevdiği birine ölümü armağan eder mi?

Hayırlısını dileyeceksinden girip Freud'dan çıkıyorum. Hayatımın özeti bu. Sonra her şey de bok oluyor tabii.

Bloğa da bakıyorum bu düşünceler kafama saplandığından beri gram da ilerleme kaydetmemişim. Yani aslında bir şeyler oldu ama size anlatamamışım. Çünkü bazen anlatmak iyidir diye düşünüyorum, bazen de sen şimdi niye insanlara bir şeyler anlatmaya çalışıyorsun ki diyorum.

Konsantrasyonum da çok kötü. Mesela yandaki emekli amca haaakkkttt töüüğğğ diye lavaboya tükürünce restart'a basılıyor beynimde. Anlatacaklarımı tekrar yüklemem gerekiyor. Ben nereye gitsem böyle bir tip beni gelip buluyor arkadaşlar. Belki bir 10 yıl sonra bende hakkkttt tüüü diye tükürürüm oraya buraya. Hayat daha dışavurumsal bir hal alır.

O halde deneyip görelim.

Yok yaa yutarım ben onu, tüküremem. Ayıp.

Kusturan son olsun istemezdim ama iyi günde kötü günde beraber olacağımıza söz verdiniz.

(Bu arada bu yazıya doğumgünümde başladım, şimdi bitirdim aradan da 15 gün geçti. O yüzden de saçma sapan. Gereksiz bilgi isterseniz...)







4 Temmuz 2017 Salı

Eski Türküye'yi çok özlüyorum


Bir keresinde patronumla sohbet ediyoruz ama işe yeni başlamışım yani öyle patron neaber yeaa değiliz tam. İşte konuşurken konuşurken konu masonluğa geldi. 'Masonluk nasıl bişe yaa?' dedi biri. Ben de 'Ya bişe diil çiftlik kuralım ete para vermeyelim, birbirimizi si.elim göte para vermeyelim tarzı bişe' dedim. Patron da gülerek 'Yaa benim babam da masondu' dedi. Ben tabii hadi yaa diye kıçıma kaçtım ama bozuntuya vermedim. 'Evet yaa ben de mason bi avukatın yanında çalışmıştım küçükken, yazılarını okumuştum meraklanıp, böyle dünya barışı falan filan' dedim. Güldük geçtik.

İşte eski Türküye böyle bir şeydi. Birinin babasına senin baban da göte para vermemek için neler yapıyo yaa diyince gülüp geçiyorduk. Böyle godoş bir memlekettik.

Ama yeni Türküye nasıl? Böyle değil.

Böyle olmayınca ne oluyor, böyle her bi şeyle bodoslamasına dalga geçen insanları bulmak büyük dert oluyor. Ben de efenim Facebook'ta böyle her bokla sorgusuzca ve terbiyesizce dalga geçilebilen bir iki kapalı gruba üyeyim. Nereden nasıl üye oldum bilmiyorum birileri tavsiye ediyor, oluyorsun. Bazılarında aşırı eğlendim. Her türlü değerle aşırı dalga geçilebilen, adeta küçük south parklar oralar. İşte böyle olduğunu düşündüğüm ve yeni eklendiğim bir grupta takılırken de hava çok sıcak olduğundan ve yapacak da bir işim olmadığından neye salça olsam diye gezerken bir videonun altına aşırı eski komünist şivesiyle yazılmış komik bir yorum gördüm. Altına hiç komik olmayan 'Hala devrimci var mı yeaa, varsa etrafını çevirelim insanlar selfie çektirsin önünde' diye yorum yazdım. Cevap: Semih ve Nuriye devrimcilerdir.

Ben de yavşaklığı hala elden bırakmayaraktan 'Ya haa pardon troçkist olduklarını bilmiyordum' yazdım. Çocuk da 'Yok devrimci yeni bitti.' yazdı. Ben de 'Hiç mi yok' yazdım. Konu burada kapanır diye düşünürken bir kız geldi 'Suruçtakiler devrimcidir, işte çeşitli yerlerde ölenler devrimcidir.' dedi. Altına 'Yıl 2017 profilinde kedi resmi olanlar da -o benim- bir zahmet böyle konulara yorum yapmasınlar' dedi. 'Oturduğunuz yerden taşşaklarınızı yayıyorsunuz kapıya iki su koyup kendinizi bir şey sanıyorsunuz bari saygınız olsun.' dedi. Ben de baktım profil fotosuna böyle instagram filtresi gibi bir şeyle kiss makyajının renklisi gibi bir şey var gözünde. Dedim ki 'Sen de duyarlı olmak için fazla makyajlısın. İzninle kukumu yayıcam şimdi. öpt kıps bay' dedim. -Ama çok eğleniyorum hala- O da 'Ayyy beni fena köşeye sıkıştırdın dahisin gerçekten o makyaj değil msn filtresi' dedi.

Aaaa bir baktım ilkokul 3 kavgası yaşıyoruz. En sevdiğim. Dedim ki 'Arkadaşım konu buralara nasıl geldi bu neyin hırsı kafayı mı yediniz?' Bastım düğmeye göndericem aaa bi baktım gruptan çıkarılmışım. Ben şok!!!

Hayır aslında şok da değil de bir sinir harbi. Eeee hani bizim hiçbir şeye saygımız yoktu burada. Koministe şaka yapılamıyor mu? Ulan dayımın Troçkist arkadaşlarına bu şakayı yapsak pala bıyıklarıyla noel baba gibi hoh hoh hoh diye gülerler. SİZ KİM KÖPEK!!! Yediği kaba pisleyen pis!!! (Şu an tek elimle sivrisinek yakaldım bu arada.)

Ya kardeşim lafa gelince insinlir izgir dişincilirini ifiidi idimiyirlir. Çik biski iltindiyiz. He lafa gelince bir dakika orda dur sen benim inancımı naden saygı göstermiyorsun. O zaman al sana tecrit, al sana güç kullanımı, al sana yallah. E senin o çok dertlendiğin (!) Semih ve Nuriye bu mentaliteden dolayı ölüyor. Sen bunu göremeyecek kadar mal mısın? -Şimdi iki olay birbiriyle kıyaslanır mı diyenler olacak tabii ama o kişiler pc'de sağ üst köşeden mac'de sol üst köşeden dilerlerse çıkabilirler, nolur bir de bunu anlattırmayın-

Herkes mi birbirinin polisi oldu bu memlekette. Herkes mi birer küçük erdoğan.

Bir yerde kendince duyarlı bir şey yazarsın 'hah duyar kasma' şaka yaparsın 'sen benim kutsalımla nasıl dalga geçersin.' Geçerim arkadaşlar, kimseye de soracak değilim.

Bu ülkedeki en açık görüşlü insan o videodaki 'kimsenin giydiğine kimse karışamaz yani' diyen arkadaşmış meğer...

Tövbestafirullah!!!

Eski Türküyeyi çok özlüyorum ya ben. Faşistler faşist olduğunu, demokratlar demokrat olduğunu biliyordu. Yani belki tam bilmiyordu ama biliyormuş gibi yapıyordu. Birinin babasına rahatça götçü diyebiliyordun. İnsanlar batiklerini giyinip, iki dirhem bir çekirdek istiklalde yürüyordu. Kimse en akıllı benim diye diğerinin üstüne atlamıyordu. Akıllı olduğunu göstermek için elinde kitap taşıyordu. Solcu ya da uzun saçlı arkadaşlarımız dayak yiyordu. Toplanıp, dayak atanları kıstırıp onlar da onları dövüyordu. Dayak yiyenle yemeyen belliydi. Dayak yemeyenler ve hiç yiyemeyecek olanlar yiyenlerden daha çok konuşamıyordu dolayısıyla. Söz sahibi olabilmek için kavgaya karışman gerekiyordu.

Sonra bir gün metalci bir arkadaşımla Ortaköy'de dikilirken Sibel Can'ın 'Bu devirde kimse sultan değik hükümdar değil' şarkısı tırrrrık tırrııkk diye aşırı darbuka ritimli çalarken metalci arkadaşım utana sıkıla 'Ulan ben bu şarkıyı sevdim ha insanın içi kaynıyor' dediğinde çok umutlanmıştım gelecek için. Ne güzel insanlar kalıplarını kırıyorlar bir metalci de Sibel Can sevebilir diyip umut dolmuştum.

Nereden bileyim her şeyin boka saracağını.

19 Ocak 2017 Perşembe

Bu yazıyı paylaşıp sadece kendim beğeneceğim!



Selamunaleyküm!

Aradan geçen yıllar içerisinde ülkemizde bir çok deyişiklikler olduğundan artık girişler böyle olacak. Konulara hacı emmi gibi sağ ayakla girip, haminne gibi inşallah, maşallahla çıkacağım. Bloğuma laf edenlere 'Kıskaaanaaaaanlar çatlasın!' ' Beğenmeyen siktirsin gitsin, burda bizim huzurumuzu kimse kaçıramaz' diyip terörist damgası vuracağım. Özgür düşünmemeye çalışıp, göt korkusundan herkesin fikrine de saygı duyacağım. Çünkü kusura bakmayın da sizin gibi bir kaç iyi insan için de habse falan giremem. Sonuçta herkes iyi bir insan. İyi bir insan diye çirkin çocukla sevgili oluyor musunuz? Olmuyorsunuz. O zaman kimse benden bunu beklemesin!

Neyse... Geçtiğimiz gün Facebook'ta gezerken -Artık yaşım gereği sadece FB'da geziyorum.- ayakkabı dağıtılan fakir çocukların sevincini anlatan paylaşımlardan bile daha acıklı bir paylaşımla karşılaştım. Eskilerden bir yerlerden tanıdığım bir çocukcaaz - Artık 45 yaşındaki adamlara da çocukcaaz diyorum. Çünkü yaşlanınca öyle oluyor. Annelerimizin Tarık Akan'a çok yakışıklı çocuk demesi gibi bişe neyse.- tabağının fotoğrafını koyup, işte 'sik sok'tan sonra yemek zamanı!' yazmış. Bunu yazalı nereden baksanız bir 45 dakika olmuuuş.

Veeee...

Şu an bu satırları bile yazarken bile içime kaçıyorum...

FOTOĞRAFI BİR TEK KENDİSİ BEĞENMİŞ!

Mah fol dum...

Fotoğrafa bayaaa çakıldım kaldım. Beyaz bir tabak, birkaç lezzetsiz olduğu ekrandan anlaşılan patates kızartması... Yanında yemeği hazırlayanın kirli su içinden çıkarıp iki kere silkelemek suretiyle suyunu aldığı bir iki yeşillik ve 250 gr et tercihiyle üst düzey yöneticiliğe göz kırpan bir hamburger... Sonra alttaki '1' yazıyla 'Bir' 'Beğeni'... Ve bu beğeninin fotoğrafı paylaşan kişiye ait olduğu gerçeğinin beynimi delip geçişi...

Kendi kendini beğenmişti. Ve 45 dakikadır başka kimse de beğenmemişti...

Peki bunu bize bunu neden yapmıştı?

Neden beğenmişti? Hiç beğeni olmasa daha mı kötüydü? Kendisinin beğenmesi daha büyük bir sosyal intihar değil miydi? Kendine aşırı mı güvenliydi? Yoksa yanlışlıkla mı basmıştı?

Acaba... Bir sistem eleştirisi miydi? Hiçbirinizin beğenisi önemli değil, ben hamburgerimi çok beğeniyorum ve önemli olan da bu! diyip, gündelik hayatımızın rutin anlarının paylaşımının anlamsızlığını bir tokat gibi yüzümüze mi vuruyordu? Küstahça ve zekice dalga mı geçiyordu bizimle? Allahım ne olur öyle olsundu?

Peki ben ne yapmalıydım? Beğenmeli miydim? 2 beğeni, sadece kendisinin beğenmesinden iyi miydi? Yoksa ona acıdığım çok mu belli olurdu? Çünkü hiç bir şeyini beğenmiyorum. Hiç beğenmişliğim yok. Aşırı sıkıcı şeyler paylaşıyor hep.

Bayaa bir düşündüm. Aşağı indim dolandım sörf yaptım. Döndüm yine baktım. 1 beğeni...

Günlerdir beynimin bir köşesinde burukluğunu ve soru işaretlerini taşıyorum. Şimdi yine bakasım geldi de, bakamıyorum, çok üzülüyorum. Ya yine öylece 1 beğeni olarak duruyorsa...

Halbuki ben artık bu gibi şeylere üzülmemek için şehrimi yurdumu terkedip kırsala yerleşmiş bi insanım kardeşim. Benim sinirimi niye bozuyosun. Beni neden üzüyorsun? Benim tek ülküm hangi pazarda hangi salatalığın daha lezzetli ve ucuz olduğunu bulmak artık. Komşuma 'Nevra Hanım bir salatalık aldım yan köyden, burdan kırsam kokusu Van'da duyulur hah hah hah haaaay' diyip şen kahkahalar atmam lazım.

Levrekler geldi mi? Gelmedi. Gelmediyse niye gelmedi? Soğuk olduğu için balık kıyıya gelmemiş olabilir... Burda trend topic listesinde konular bunlar. 1 #levrekgeldimi, 2 #salatalıknerede

Sen niye bana modern insanın çaresizliğini sorgulatıyorsun? Büyük resme bakabilmeyi öğrenmiş bir toplumun ferdiyim nihayetinde. Bunun bir israyil oyunu olduğunu anlamamak için de gerizekalı olmak lazım.

Bu tezimi doğrulayan sayın Stephen Hawking'in bir makalesini de burada paylaşıyorum. Kendisi benim kadar güzel ifade edememiş olsa da fizik alanında yaptığı değerli çalışmalar ve yaşı nedeniyle anlayışla karşılıyorum.

ULAN: Tam da bloğun adını dip çakrası diye değiştirip acaba organik beslenme ve yaşam koçluğu tadında, bunu yemeyin gaz yapar şunu yiyin, burada taş gördüm çok etkilendim tadında yeni yaşam tarzıma uygun bir platforma mı çevirsem diyordum, başıma bu geldi. Napayım? Çevireyim mi dip çakrasına? Birlikte 150 yaşına kadar yaşayıp, dünyaya kazık çakalım mı?




2 Aralık 2014 Salı

parçacık fiziği videosu arıyordum nereye geldim

Şerefsiz kız kardeşim lambada yaptığımı anneme ispikleyip dans kariyerime sekte vurmasaydı, Michael Jackson'un arkasında dans edip, şimdiye dans kursumu açıp diri vicıtlara dans öğretmek ayağına dokunduruyor olurdum. Kader işte, alnına ne yazıldıysa o.

Olmadı çocuğu aynen bu şekil latin dans kursuna yazdıriim diyorum ayağa kalkar kalkmaz. Enerjisini alır, götü yuvarlak güzel olur genetiğimize bi yararı dokunur. 

Erkek olursa yazdırmam ama böyle yılan gibi kıvırılsa çok itici utanırım. Kız olursa da o saç savurmaları yapamaz. Üslubuyla çaçaça!