3 Ağustos 2012 Cuma

bir kedi yeter!






Aynaya bakınca kendimi tanıyamıyorum. Bir daha bakarsam tanırım diyorum. Yine tanıyamıyorum. Bu sefer tanıyacağım diyorum. Yine tanıyamıyorum. Kaçıyorum kendimden... Cat Yücel (Espriye gel)

Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter! Koyun karşısına bir ayna, onun kafası karışsın siz eğlenin!

1 Ağustos 2012 Çarşamba

olimpiyat ateşi



Hayatımdaki en büyük abazanlık hikayem bir spor etkinliği vesilesiyle yaşanmıştır. Yaşlandıkça anlatırken daha da sapıkça tınlasa da abazanlığı yaptığım yaşlarda taze heyecanlı bir genç kız olduğumu hatırlayıp rahatlıyorum. Gençlik ateşi.

Bundan yıllaaar yıllaaaar önce Avrupa Yüzme Şampiyonası İstanbul'da yapılmıştı bildin? Tüm Türk halkı için hiçbir şey ifade etmeyen spor etkinliklerinden biriydi.Yüzme klasmanlarında Tarabya stil yüzme ya da bombalama atlayış olmadığı sürece ilgimizi çekmesi mümkün değil çünkü. E dolayısıyla bizimki de spora olan ilgiden çok omuza olan ilgiden kaynaklandı.

Dün gibi hatırlarım, kankamla o gün dışarı çıkmamaya karar vermişiz. Her birimiz kendi evlerimizde oturup televizyon izleyerek, duvarlara bakarak, oje sürerek ve en fazla çok yakmasın diye bir iki mesajlaşarak geçirmeye karar vermişiz. Tabii Facebook, Twitter yok o zamanlar. Günlerimiz kendin yap kendin eğlen tarzında geçiyor. Komik video yok mesela. Komik Cem Yılmaz CD'si var. Manuel takıp izliyosun gülmek istiyorsan. Karikatür için de Leman alıyorsun. Hey gidi hey... Neyse benim kanka aradı beni ev telefonundan. Ksm çabuk televizyonu aç, çok acayip şeyler oluyor dedi. Aman dedim noldu Brad Pitt'e mi bişe oldu yoksa! -Brad Pitt'te o zamanlar çok yakışıklı mübarek tek tanıdığımız yakışıklı o. Sonra elma kafa Leonardo Di Caprio geldi.- Yok dedi mevlam sesimizi duydu. Aaa dedim hemen açtım ki birbirinden yağuşuklu yüzücülerin biri atlıyor, diğeri çıkıyor. Cennetten canlı yayın. Telefon üzeri hemen değerlendirmeler yapıldı tabi. En yakışıklıdan en yakışıksıza sıralama numaralandırma yöntemiyle yapıldı. Hangisiyle çocuklarımız daha sağlıklı ve güzel olur karar verildi. Gençlerin üçgen vücutlarının iç açıları hesaplandı. Sonra bakarken bakarken bir baktık ki yarışma İstanbul'da. Yani bir dolu diri vicutlu genç bize sadece bir otobüs uzaklıkta yüzüyor. Hayır hadi iki otobüs uzaklıkta olsun. Hergün yamuk, dar açı görmeye çıkıyoruz varsın iki otobüsle üçgen görelim.

Işık hızıyla hazırlanılıp, makyajlar yapılıp İstanbul'un bizim için bilinmeyen köşesi Zeytinburnu'na yola çıkıldı. Yolu o heyecanla anlamadık bile. Kendimize uygun birer yüzücü dağmat adayı bulmaya teee babasının nikahından geldiğimizi çaktırmadan, sanki Vancouver'ın içindenmişiz de her hafta sonu düzenlenen müsabakalardan birini izlemeye gelmişiz gibi rahat ve artistik tavrımızla tribüne oturduk. Ama diğer yandan televizyondan kestiğimiz cillopların sen de 3 ben diyim 5 metre yakında olduğunun farkına varıp birbirimize çaktırmadan gösteriyorduk. En birinci tercihimiz Maykıl diye bi çocuktu. -Sporuyla değil kendisiyle ilgilendiğimizden bu kadar ismi kalmış aklımda. Maykıl da diildir belki- Aaa bir baktık yüzmüş çıkmış kenarda arkadaşlarıyla şakalaşıyor ve tribünlere de arada bakış atıyor. Terbiyemizi bozmadan elektrik gönderme ve beyin gücü yöntemiyle dikkatini çekmeye çalıştık. Ama o da bize boş değildi. Şöle bir milisaniye bakıştık sanki. Derken televizyona çıkmışız biz, bir arkadaş aradı ksm sizi gördüm ne işiniz var orda diye. Abazanız diyemedik tabii yok yaa bedava bilet gelmiş babama gittik işte dedik. O günün bize karı Türkiyemizde iki adamı yanyana koysan o kadarını elde edemeyeceğin omuzları tek bir kişide görebilmek ve televizyona çıkabilmek oldu. Bir de İstanbul'da Zeytinburnu diye bir semtin olduğunu öğrenmek. Ama bize birşeyler de katmadı değil, omzun değerini anladık o günden sonra. Dünyamızda bir aydınlanmaya neden oldu.

İşte o gün bugündür ne zaman bir yüzücü görsem yanaklarım kızarır. Şimdi de fotoğraftaki genç, diri, kaslı sporcuları görünce aynı heyecanı hissettim. Ne kadar güzel genç, diri, kaslı vücutlarını dayamışlar sonuçları bekliyorlar. O heyecan, o adrenalin, o geniş omuzlar... Sporun değerini bir kez daha anlıyor insan. İnsanları nasıl da yakınlaştırdığını...

Skor barını oraya koyan rejiye ayrıca teşekkür ediyorum.

Bir de şimdi olsa gençlik ateşiyle olimpiyat ateşinin birleşiminden ortaya çıkabilecekleri düşünemiyorum bile. İyi ki olimpiyatlar yaşlılığımıza denk gelecek.

Kusura bakma bey öyle yani.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

hayırlara vesile olsun


Dün gece şortumu göbeğimin üstüne kadar çekmiş, bir ayağım dışarıda, diğeri kırık gibi içe dönük bir şekilde uyurken -evet böyle uyuyorum, seksi mi?- bir kabus gördüm. Blogda yazdığım bir yazıyı okuyucunun teki, yine adsızlardan biri yorum kısmına yapıştırmış altına da bu ne biçim yazı, bok gibi yazıyorsun, yuuuuh, seni okuyanın tarzında yorumlar yazıyordu. Ben de böyle şarkısı tutmamış, e bari gerizekalılığımla dikkat çekeyim diyen popçu gibi saçma sapan cevaplar yazmaya çalışıyordum altına. Tam "ama ama neden öyle dedin ki, ayna ayna ayna, kötü laf sahibinindir" gibi saçma sapan şeyler yazacakken ter içinde uyandım. Sonra sırılsıklam yatağımdan yavaşça kalkıp bir sigara yaktım ve dışarıdaki sokak lambasından içeriye süzülen ışığın loş aydınlığında bir gölge gibi görünen tenime bakarak "ne yapıyorum ben?" diye düşündüm. 

Şaha lan şaha uyanınca anladım boğazıma kadar çıkan şortum yüzünden daralmışım. Tekrar göbeğimin üstüne kadar indirdim rahatladım. Üç saniye içinde de benim galaksilerarası barış elçisi olduğum, fakir klingonluları ziyaret edip, çocuklarıyla fotoğraf çektirdiğim diğer rüyama geçtim. Sabah uyanınca çişimi yaparken düşündüm niye böyle bir rüya gördüm diye. Niyesi basit. Habire darlıyonuz beni niye yazmıyon niye yazmıyon diye. Şaha lan şaha sizlen alakası yok. Şunlan alakası var:

Tüm hafta sonumu göbeğimin üstündeki şortumla yatakta bir o yana bir bu yana devrilip evin çeşitli ve anlamsız noktalarına bakarak geçirdim. Arada bir bilgisayarı açıp Facebook, Twitter olsun baktım. Birşeyler yazasım, ona buna sataşasım varmış gibi gelirken aslında baktım sadece evin anlamsız yerlerine bakasım var. Hatta bir süredir sadece bakıyorum. Sonra dedim ki kendi kendime atgotten yoksa sanal dünyada asosyalleşiyor musun? Kaygılandım tabii. Buna sosyal medya hazır değil çünkü, sonuçları ağır olur. Bir yandan bu sorumluluğu üzerimden nasıl atacağımı düşünürken diğer yandan beynimde yazmam gereken tweetlerin sesleri yankılanmaya başladı. Bloğu açıp yine bir yazı göremediği için o gün mutsuz olan, karısına kızına sevgilisine iyi davranmayıp belki de kendini içkiye veren insanları düşündüm. Hayır yapamazdım. Sorumluluğum büyüktü. Türk gençliğinin morali benim elimdeydi. Ve herşeyin başı moraldi. 

Oturdum size seneye düzenleyeceğim dünyanın çok önemli starlarını ağırlayacak 30 rock festivalimi anlatan yazıma başladım. -Ama yarım daha yakında yayınlayacağım.- Sonra Face'e girdim pek sevgili arkadaşlarımın duvarlarına, değişen cover fotolarına baktım. Bir ikisini like ettim, kedi videoları ve Yiğit Özgür karikatürlerine baktım. Tam "kjkfdjkfdjfkjfdk" yazacakken evin bir başka noktasına bakmaya başlayıp bıraktım. Bir süre sonra toparlanıp Twitter'a girdim "yarak tarlasındaki papatyamsın kanaryam" "takımımın geyşasıyım" "takımıma gey duygular besliyorum" "sana karşı boş değilim aslanım" "oruç tutmayanları 3 kere atalım 2 kere tutalım" " erkek adamın 3 karısı tek pipisi olur" gibi yarısı troll saldırısı, diğer yarısı gizli gey romantizmi içeren başlıklarına bakıp o kadar saçmalığın arasında da söyleyecek birşeyim olmadığını farkedip evin başka bir noktasına bakmaya devam ettim. 

Öyle yani bu ara evin değişik noktalarına bakmakla meşgulum. He "aamaaan twitter kro kaynıyo, havası kalmadı buraların, face'e girmiyorum, bakıp çıkıyorum, kendimi sanal dünyada var etmek bana saçma geliyor" tarzı artizliklerde değilim. Yani değilimdir herhalde, geçicidir diye düşünüyorum. Yani öyle düşünüyorum ki böyle bir rüya görüyorum. Yayınlayamadığım yazı, ulan ya bi denyo beğenmezse kaygısı bilinçaltında cirit atıyor demek ki. -He bilinçüstünde bana o yorumu yapana sağ üst köşeden çıkabiliyorsunuz. -mac kullanıcıları sol üst köşe- yazıp postalıyorum. Rockçıyım yani herkes bilsin de- 

Şimdi ben bunları niye anlattım. Hem aslında bişe yazmış mı lan diyip, girip bakan, bilinçaltımın gülü üç kişide olsanız gerçekten kendimi sorumlu hissettiğimi anlatmak için. Hem de yazacak yazı bulamayıp gece gördüğü rüyayı anlatıp o haftayı kapatan köşe yazarı kurnazlığıyla aradan sıyrılmak için. 

Ben şu ara gerçek hayatta bazı ayarları yapmakla meşgulum, anlatcam onları da zamanı gelince. Saçlarımı sarı yaptım misal. Dünyayı değiştirmeye ordan başladım. Başaracağıma inanıyorum. 

Sanala az bakeyom. Her gün girip bakıyom ama ha buraya. Siz de girip bakın, hello diyin, çayımı için. Twitter'a az giriyom, kro kaynıyooo. Face'im de dostum dediklerim yalanmış zaten. Like dışında bir olayımız yok. Gerçek hayatta likeların commentlerin peşindeyim bebeğim.

Aslında şu yazın bitmesi lazım. Tüm derdim o. En nefret ettiğim mevsimdir. Günlerin uzun olması dışında bok gibi bir mevsim. Ne havası hava, ne suyu su. Sevişsen sevişemezsin, buluşsan buluşamazsın, yemek yiyemezsin, sigara içemezsin. Samimiyetsiz bir mevsim. Aman da gelsin de bir hafta tatile gidip bi bok oldu sanalım mevsimi. 

Samimiyetsiz.

Ayar: Bu yazının altına bok gibi yazıyorsun yazacak adsıza dünya zeka olimpiyatlarına tek gidiş bileti hediye!

 

6 Haziran 2012 Çarşamba

deli mayolu kız


Bu videoyu Türkiye'nin panoramik bir yansıması olarak görüyorum. Az önce kurduğum cümle gibi görüyorum bir de.

Aynı hayal dünyasını paylaştığımız Elif Key'den geldi. Günümü aydınlattı. 

1 Haziran 2012 Cuma

cennette kadar kürtaj yasak



İnsanlık tarihinde ya da galu beladan bu yana barbarlar -o ne demekse artık- bir savaşı kazandıklarında önce şehri talan ederler, sonra da çocukları öldürüp, kadınlara tecavüz ederler.

Savaş kazanıldı. Şehir talan edildi ve büyük bir zevkle paylaşıldı. Tüm sülaleye yetecek güç, para depolandı. Bir sonraki nesilde karşılarına düşman olarak çıkamasınlar diye çocuklar öldürüldü. Şimdi sıra geldi tecavüze.

Toplumdaki tek görevi savaşa çocuk doğurup kurban vermek olan, her zaman bir mal, olmadı satılacak, maddi değeri olan bir eşya olarak görülen ve yaşadığı tüm acıları gözlerinden tek tek okuyabileceğiniz kadınlara kuytuya bile çekmeden meydanda, açıkça, göstere göstere tecavüz etmek için kemerler yavaş yavaş çözüldü.

Tecavüzcünün soyunun devam etmesi, düşman erkeğin elinden alınan et parçasının kendine olan aitliğinin  ispatına geldi sıra. Devlet politikasının en zevkli kısmına geldi sıra.

O yüzden kürtaj sana yasak kadın. O tecavüzcünün soyunu devam ettirmelisin, savaşına asker yetiştirmelisin. Çünkü o çocuk senin değil. Senin gibi onun malı. Bu nedenle tecavüzcünden doğan çocuğa sahip olmamayı düşünme bile.

Ağır mı? Çok mu feminizan?

Tecavüzle ilgili bu kadar rahat cümle kurabilen "Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün, günahı ne? Anası ölsün öyleyse, çocuğun canı can değil mi?" diyebilen Melih Gökçek'in sözleri tecavüzün devlet eliyle desteklenmesidir.

Ve buradan gelebildiğim nokta: size bırak çocuk doğurmayı, sıçtığım boktan tavşan yapmam. (Ağzımı bozmayayım diye çok zor tutuyorum çünkü bir başlarsam baştan aşaa sıçıp sıvayacağım. Bok iyi bu kadar kalsın.)

Öyle yani insanlık. Elinde iPad, kıçında Adidas olunca hayatının değiştiğini, demokrasi diye uyduruk bir düzenin yerleştiğini mi sandın? Bir milim ilerlediğimiz günü kimsenin görebileceğini sanmıyorum.

Çünkü onlar, her erkeğe 100 bakirenin düşeceği, erkeklerin o kadınları günde her defasında aynı güçle sikebileceği ve sikilen her kadının sikildikten sonra tekrar bakire olacağı bir cennet hayaliyle büyütülüyorlar.

Sikildikçe bakire olan kadınlardan ibaret olan bir cennete gitmek için neden çabalıyoruz o zaman ey kadınlar? Bir büyüğüm bunu bana anlatsın lütfen.

15 Mayıs 2012 Salı

hani biz bir aileydik hekimim?


Kendim hakkında net söyleyebileceğim bir iki şeyden biri şudur: Gerçek bir doktor yalakasıyım. Doktor gördüm mü, köyüne başbakan gelmiş muhtar gibi heyecanlanırım, avuçlarımı ovuştururum, yanaklarım kızarır. Mesela gerzekçe dans eden, yemek yerken ağzını şıplatan birini sırf doktor olduğu için affedebilirim. Gözümde öyle hörmetli insanlardır. Ve takip edenler bilirler çok havalı adıyla karizmama karizma katan Crohn hastalığım nedeniyle yıl içerisinde halamdan çok doktor görürüm. Dolayısıyla doktorun uzmanlığı dahil yılda kaç makale yazdığını 300 metreden şıp diye anlarım.

Bu sene de yazın gelmesiyle benim göt gösterme turnem başladı. Bu yıl artık yerleşmiş bir festival havasında geçtiğinden özel hastaneler dahil birçok yerde gösterimim var, beklerim. Takvimi yazının sonunda paylaşacağım. Neyse bu turne kapsamında özel hastanelerden birinden randevu aldım. (Özel hastanenin adını vermeyeyim reklam olmasın. Allah muhafaza beni okuyan 4 kişi görür de milyon dalırlık hastanenin işine yarar.) Tavsiye üzerine belki çare olur şeklinde umut ve umutsuzluk karışık ruh hali içerisinde muayene girdim. Eli yüzü pak, jilet gibi gömleği, kolejlerden, amerikalardan aldığı diplomaları boy boy asılı, tertemiz yüzüylen gönüllerimizi ferahlatan doktoruma ilk gösterimi yaptım. Çok verimli, bayram havasında geçen bir ziyaretti. Zaten hastane tatil kompleksi gibi bir yer. Parıl parıl mermerler, yeterli düzeyde havalandırmayla yüzünüze çarpan bahar esintisi, adeta hepsi birer balili masör gibi yumuşak hemşireler sayesinde hastaneye mi gittin, tatilde misin anlayamıyor, dolayısıyla hastalanıp geberip gidebileceğin için orada olabileceğini düşünmüyorsun bile. Öyle nezih bir ortam.

Neyse gösterim sonrasında doktor civanım sağolsun burun kılı testine kadar ayrıntılı bir dolu test istedi. Dedim, doktor bey ben bu muayene gelebilmek için Dudullu'daki arsayı ipotek ettim, nasıl öderim. Haa ok dedi, desene fakirim diye. O zaman ben yazayım, sen devlet hastanesinde kaf dağının arkasına uzanan sıralarda sürünerek bu testleri yaptırmayı başarabilirsen beni tekrar görebilirsin dedi. Ancak geçmiş fantastik maceralarımdan aldığım derslerle 12 ciltlik ansiklopedi yazdığımdan hangi testi nerde yaptırır ne kadar kar ederim hemen kafadan hesapladım. Tamam dedim doktor, ay sonuna bu görevleri yerine getirmiş, başarılı bir hasta olarak çıkacağım karşına. O da özelden devlete gönderilen beni gururla alnımdan öptü ve hastanedeki zenginlerin alkışları arasında muzaffer bir komutanın sefere gönderilişi gibi şaygıyla uğurladım. Özel hastanenin merdivenlerini karmaşık duygular içerisinde indim. Evet başarabilirdim.

Velhasıl Pelvik MR'ı bizim mahalle MR'cısına çektirdim. Her ay MR'a gittiğimden cebinde ne varsa ver sonra anlaşırız Atgötten dediler sağolsunlar. Yine o MR makinası içinde bir heavy metal konserinde olduğumu hayal ederek 40 dakikamı geçirdim çok şükür. Allahtan metalciyim yani herkes bilsin de dayanabiliyorum. Yoksa bir kediyi öyle bir tüpün içinde kimse tutamaz hacılar. Neyse sonra tüberküloz testi için baktım, o test her daim ziyaret edebileceğin teyzemiz gibi Taksim arkasında bizi bekleyen Verem Savaş'ta yapılıyormuş. O kolay zaten.

Bir enteroclysis diye bişe kaldı. İsminden ben kıllanmıştım bunun zaten, bir araştırdım ki karşılaştırıldığında ortaçağ işkencelerinin uyarı niteliğinde kalacağı bir işlemmiş. Ben de el ayak kesildi tabi. Yok efendim burundan boru sokuyoruz dize kadar olmasa bile ince bağırsağa kadar sonra radyoaktif maddeler veriyoruz bu sırada hasta canlı duruyor çünkü nefesini tutmasını istiyoruz ve arada çalkalıyoruz gibi bir seri işkenceden bahsediliyor. Burundaki boruyu mu, radyoaktif madde alırken sinek adam olup olmayacağını mı düşünürsün bilmem artık. İlk şoku atlattıktan sonra araştırırken bir baktım, yeni bir yöntem varmış artık MR makinaları çekiyormuş ince bağırsağı. MR Enterografi deniliyormuş. Hemen araştırdım, doktora mesaj attım. Hacı MR Enterografi olabiliyo mu diye? Olur daha iyi olur demedi mi, dünyalar benim oldu. Bu defa İstanbul'daki bütün MR'cıları aradım, her yerde yapılmıyormuş çünkü. MR Enterografi diyorum yarısı ha! ho! cık! diyor diğer yarısı o enteroclysis hanfendi yanlışınız var diyor. İşkence yapmaya alıştıklarından diğer teknik pek tutulmuyor anladığım kadarıyla. Hatta bağladıkları bir radyolog "valla bacım ince bağırsağı başka türlü göremezsin kim derse yalan söylüyor ama istersen ver 400 lira ben sana boya içirip röntgenini çekeyim dedi. Telefonun diğer ucundan siyah tüpçü çoraplarının üstüne giydiği ceyo hastane terliklerini ve bonesini hissettim amcanın. Neyse ki araştırmalar sonunda bir yer buldum. Okuyan birinin işine yarar diye buranın adını veriyorum: Şişli'de Echomar. Nihayetinde bahar çiçekleri arasında koşan bir çocuk gibi neşeyle gittim merkeze.  Gün verdiler ama öncesinde 3 gün sadece sıvıyla besleneceksiniz, son gün de ilacı dayıcaz, kalbiniz kadar temiz bir ince bağırsak elde edene kadar dediler. Oha 3 gün sıvı boru mu bu dedim. Boru mu, bu mu dediler. Randevumu aldım çarşamba'ya sıvı beslenmekten kendimi yemeye başlamazsam giriyorum. Bu arada bu işlemi karşılamak için de Dudullu'daki ipoteği kaldırıp, arsayı laz bir müteahhite sattım tabi.

Tüm bunları halledince elimde kaldı kan testleri, bir de 5 milyon. Dedim bu testleri de gideyim aile hekimime yazdırayım da bari ona para vermeyeyim. Meğer asıl macare burada başlıyormuş. (Bu yazının asıl amacı olan aile hekimime giydirme kısmına ancak gelebildim yaa. Valla çok özür dilerim çok dolmuşum ben saldım. Üstü okumak zorunda kalanlara sorry. Asıl diyeceğim burda çünkü.)

Benim aile hekimim biraz artiz. Ama yazının başında dediğim gibi doktora hörmetim sonsuz olduğundan her görüşmek zorunda kaldığımızda gözlerinin içine bakarak elimden geldiğince içten olmaya çalışıyorum. İlk tanışmamızda bakmak ister diye de bütün rapor dosyamı götürdüm. O sormadan anlattım. 4 yıldır ülseratif kolit dendi ama son aşamada crohn olduğuma karar verildi vs vs. Öyle sıçtığı boka bakar gibi baktı hiçbirşey demedi. Sooo dedi. Dedim kısacası ilaç yazarsanız raporum burda ben alıp gideyim. Hiç bişe demeden ilaçlarımı yazdı ve ilişkimiz de artık bundan ibaret oldu. Her ay gidiyorum kaç kutu diyor uyuşturucu satıcı gibi ben de şu kadar diyorum yazıyor alıyorum geliyorum. Daha bir kere ne durumdasın, remisyonda mısın, halın nedir demedi. Ta ki bu sabaha kadar...

Bu sabah gittim elimde özel hastane kan istek formuyla. Odası zaten yine boştu ama MSN'de sohbette olduğundan olsa gerek 10 dakikada bir hasta çağırıyor. Zaten hasta da yok. Neyse girdim içeri böyle insana uzun uzun bakıyor, öyle garip tribiyle baktı uzun uzun. Verdim kağıdı dedim bu testleri istediler benden. Kim görüyor sizi dedi. Dedim şu hastanede şu doktor. Bu böle yüzünde gözlerinden akan bir ukalalık, neden bu testleri bu hastanede yaptırmadınız dedi. Dedim param yok çok pahalıydı. Dedi ben bunu burda yazmak zorunda değilim, gidip başka doktora görünüyorsunuz sonra gelip burda memur gibi bana işlem yaptırıyorsunuz, bu benim insiyatifimde bir durum istesem yazmam ve bir daha da gelmeyin yazmıcam dedi.

Odadaki bir süre devam eden sessizlikten sonra benim kafa 360 derece dönmeye başladı tabi. Tam dönüş gerçekleştiğinde içimdeki Çeliktepeli ortaya çıktı. Doktor bey ben devlet hastanesine gittiğimde ortada doğru dürüst doktor yok dedim. Ne demek istiyorsunuz ben doğru dürüst doktor değil miyim dedi. Dedim estapiti, doğrı dürüst doktor yok derken fiziksel olarak yok demek istedim. Bugün ben devlette prof. görmek istediğimde bana proflar artık devlette hasta bakmıyor özel muayenehanesine gidin diyorlar. Hatta üşenmeyip o telefon görüşmesini kaydedip, şikayet edicem dedim. Prof'u şikayet niye ediyorsunuz doktorlar ne yapsın dedi. Ben de o kadarını ben de biliyorum ama hasta ne yapsın dedim. Ben maaşımın yarısını bu hastalığa harcıyorum, benim işime gelir eğer ben size bakarım, crohn gibi önemli bir hastalığı hakkıyla takip ederim diyorsanız size geleyim bayılıyor muyum ben özellere domalmaya dedim. Benim uzmanlığım değil ben bakamam dedi. E peki siz bakamıyorsunuz, prof bakamıyor ben özele gidiyorum siz memur oluyorsunuz, bana ne tavsiye ediyorsunuz. Ben şikayetimi yapacağım, eğer siz de memur olmaktan şikayetçiyseniz siz de şikayet edin bence" diyip seviyeli mahalle kavgamızı sonlandırıp, fazla kabalaşmamak için teşekkür edip çıktım. Bir süre el ayak titremesi, yurt geneline beddua ve kendine acıma sürecinden sonra oturdum zorla aile girmeye çalışan doktora yazdım:

Şimdi doktor, janim, benim doktor arkadaşlarım da var (Respect Cücü) devlet hastanesinde. Bir hastayı görme süreleri 4 dakikaya inmiş, saatlerce binlerce hastaya bakıyorlar. Üstelik bir dolu kayıt işi de onlara kalmış. Yani hasta mı bakayım, teşhis mi koyayım, kayıt mı edeyim, performans raporu mu doldurayım, ne yapacaklarını şaşırmışlar. Sen belki mühendis olmak isterken tıp kazanmışsın, üzerine bir uzmanlık bile koymamışsın, aile hekimliğini kendin istemişsin, günde gelen 3 hastaya da gözünle bakıyorsun, bir de üstüne bana memur gibi test yazdırıyorsun diyorsun. Evet bence sen bir memursun. Devletin bütün işlemeyen yapılarının bir numaralı kahramanı, Mr.Smith'i, memurusun.

God kompleksin olsun, gel başımın üstüne sıç. Ama memur kompleksli doktor hiç çekilmiyor.

Ve ben üşenmeden senden kurtulacağım, kendime aile yapıma uygun bir aile hekimi bulacağım. Sen benim ailemden olsan kütüğümü değiştirir, başka ülkeye yerleşirim çünkü.

Ve sen memursun, memur kalacaksın. Diğer doktorlar buluşlardan buluşlara koşar, göt nakli yaparken sen o kolalı mavi gömleğinin içinde yaşlanacaksın. Bildiğin tek ilaç agumentin olacak. Millet gen haritası çıkarırken sen solitaire de 2500. turunu yapacaksın.

Sisler içerisinde yok olarak bu yazıyı bitiriyorum...

4 Mayıs 2012 Cuma

bir kedi yeter!

Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter. Bugün kafanız çok güzel olsun diye toplama çakıyorum. Hayırlı Cumalar.

Astigmatı olanlar bu linkten baksın: http://pinterest.com/pin/186899453256047766/