29 Aralık 2010 Çarşamba

bir kedi yeter!



Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter. Hem onlara çocuklarınızı da emanet edebilirsiniz.

Anneleri markete kadan gitti. İki dakka oturur musun didi. Otururum tabi didim. Nihayetinde kedilik ölmedi.

28 Aralık 2010 Salı

mahalleye atgottiş gelin geldi


Nihayet taşındım, işlem tamam. Biraz gömüklerim ağrıyor ama seneye daha iyi olurum diye düşünüyorum. -Bu espri Levent Kırca kontenjanından yapılmıştır.- Şimdi merak edenlere anlatayım, ev güzel oldu fena değil. Altta tatlı bi teyze var. Daha ilk günden faturalarını bize okutmaya başladı. Kapıyı çalıp oğlum ya da kızım kimi yakalarsa "şunu bir okusana bana" diyor. Okuyoruz, hayır duasıyla ayrılıyor. Mandalina almış bize taşınırken, öyle şeker bir teyze. İsmi de Kiraz. En sevdiğimiz isimlerden.

Esnaf var, heryerde delikanlı adamlar mevcut. Beyimle tanışmadan benimle göz kontağı kurmadılar sağolsunlar. Mahalle bakkalı var, içeriye giriyorsun arkada birşeyler yapıyor mesela "kimse var mıııı?" diyorsun, o arkada birşeyler yapmaya devam ediyor. Bayaaa bekledim. En son 10 yaşında leblebi tozu alırken bir bakkal tarafından o kadar bekletilmiştim. Güzel, hoşuma gitti.

Okul var hemen karşımızda, liseli çığlıkları yükseliyor o yüzden. Bu sabah mesela saat 7'de bir kız histeri krizi geçirerek ağladı. Tam kendimi dışarı atacaktım ama dediler kızım sevgilisinden falan ayrılmıştır o yüzden ağlıyordur önemli birşey değildir. Mantıklı geldi girdim içeri. Ama nasıl bir böğürmek birine bişe olmuş sanki. E sevinç, üzüntü, ayılık her türlü duyguyu coşkuyla yaşadıkları yaşlar. - Yeni taşındığım için böyle konuşuyorum tabi. Biraz zaman geçsin, o ağlayana saat 7'de böğürerek ağlamaya utanmıyor musun diye bir de ben çakıcam çıkıp-

Okul müdürü konuşmayı seviyor. Alıyor eline mikrofonu vırıvırıvırıvırı. O konuşuyor ben evden "atma hocam din kardeşiyiz" diye bağırıyorum, o konuşuyor ben sallıyorum. Lisede söyleyemediklerimi şimdi söylüyorum. Bir de bir öğretmen var, soprano. O ders anlatırken dışardan dinleyebilirsiniz. "Liseyi dışardan bitirdim" böyle birşey olsa gerek.

Sahile yakın, bu nedenle mütemediyen aşağı inip birşeyler içmek şart. Biz de şartlar gereği gittik işletmesi genç apaçiler tarafından yapılan bir sahil kafesinde oturduk. Karşında eksi İstanbul, fonda Apaçi FM. İşletmecilik denen meslek neden var anlıyorsun. Apaçi bitiyor, Karadeniz FM başlıyor. İstanbul'da mısın, Trabzon sahilinde mi karışıyor kafalar. Tostun içinde de sunta var. Harika suntalı tost yemek isteyenlere tavsiye ediyorum.

Konudan konuya atlıyorum; çift suntalı tostumu yerken ortamda müzik Türkçe Pop'a geçtiğinde Kenan Doğlu'nun sandığım ama sonrasında Murat Dalkılış'a ait olduğunu öğrendiğim "Kıyamadım" şarkısı çalmaya başladı. Allahım o ne sıkıcı bir şarkı yea. Sanki karşımdaki kolpa sevgilimden ayılırken beni sahtekar pezevenk sözleriyle daraltıyormuş gibi hissettim. Hemen kalktık. Sıkıntı bastı.

Hani böyle ayrılma konuşması yaptıktan sonra "çok büyük yanlıştasın" konuşması çeker ya karşındaki. Birden o doğru Ahmet olur, sen yanlış Mehmet. İçin sıkılır "yeaa bitse de gitsek" dersin ama kırmamak için de "sorun sen de değil bende" diye sallarsın. Öyle yapışık sevgili şarkısı.

Neymiş inceliyoruz. Bakın nasıl içiniz sıkılacak;

"Ölümcül aşklar vardır ya kaderi zorlayan
ben kader bekçisi oldum bir Tek toz kondurmadım"


Ölümcül aşklar nasıl kaderi zorluyorsa sen de beni zorluyorsun. Ayrılıyoruz hacı. Bitti bitti aşk bitti.

Kader bekçisi olmuş muş muş. Aferin sana, pazartesi gel törenle madalyanı takıyoruz.

"Sen şimdi gidiyorsun ya halimi bir gram sormadan
ruhunu unuttun galiba"


Na oldu hani çok seviyodun iki dakka da sattın "ruhunu unuttun galba" falan. Hemen laf sokmalar, hemen yargılamalar.

"Olanlara zor dayansam da lütfen şunu unutma
Dayanamadığın Anda katlanamadığım zamanda
Gururun son bulduğunda
Umarım orda olurum
umarım orda olurum"


Yeaa bir siktirip gider misin? Olma orda sen olma. Hu huuu ayrılıyorum zaten dönmücem. Döneceğim varsa da dönmem zaten artık. İçimi sıktın yeaa içimi.

"Gerek var mı sence
Kaçıp gitmek ne çare"


Güzel kardeşim gereğini sorgulamayalım. Bitti diyorum bitti. Kaçmıyorum da bak anlatıyorum sevgim bitti bi müsade diyorum.

"Zor durumlarda bile
Kıyamadım ikimize
Kıyamadım sevgimize"


Ve yine doğru Ahmet yanlış Mehmet dizesi. Tamam sen mükemmel bir insansın ben eşşoleşşeğim.

Bir de zor durumlar ne mesela? Biri Tyra Banks diğeri Cindy Crawford ikisinin arasında mı kaldın? Üzerine kızlar mı atladı? Benim bilmediğim, göremediğim hayranların mı var?

Valla sevgilisinden yeni ayrılıp aynen böyle düşünenler derneğinden özür diliyorum ama böyle ayrılık olmaz. He bende yaptım zamanında benden iyisini bulamazsın, döndüğünde burada olacak mıyım bakalım, seni benim gibi seveni bulamazsın gibi geyikler ama şimdi çok utanıyorum. Zamanı geri alabilsem tokalaşır, başarılarının devamını dilerdim.

Neyse yani durum budur. Taşındım, biraz değişirim diye düşünüyordum ama nereye dönersen dön götün hep arkandadır. İyice yerleşeyim yemeğe alıcam sizi. 600'ünüzü birden alamam tabi. En fazla 82 parça yemek takımım var. 82 82 alsam 3 ayda falan hepinizi ağırlamış olurum diye düşünüyorum. Hepiniz ayrı hediye alsanız züccaciye açarım, ortamdaki esnafa katılırım. Okul önünde öpüşen liselileri basarım.

Hayat dediğin şey başka nedir ki?

21 Aralık 2010 Salı

yaptın hayırı çık bayırı


Küçükken bize Sakine Teyze gelirdi. Uzuuun bir kadın olduğu için "Uzun Ömer geldi" diye haber verirdi herkes birbirine. İlk takma dişi onda gördük, yaşlı kokusunu onda tattık sağolsun. O gelince öpmemek için üç kardeş çil yavrusu gibi kaçışsak da annem bizi saklandığımız yerden çıkarır, zorla elini öptürürdü. O kadar zayıftı ki normal bir insan gibi durması için üzerine 17 pijama 40 hırka giyerdi. Tabii bunu ananem "Sakine hadi yıkayayım seni" diyince anladık. Soyunması yarım saat sürmüştü.

E dolayısıyla dillere destan bir çirkinliği vardı Allah affetsin. Hatta dayım küçükken günlerden bir gün Sakine yine kalmaya gelince ananem yer olmadığından onu dayımın yattığı çekyatın karşısındaki çekyatta yatırmış. Dayım uyanıp Sakine'yi görünce öldüm de kabir komşumla karşılaştım sanıp ufaktan kafayı oynatmış. Sonra sakine olduğunu anlayınca araya sandalyeleri koyup üzerine çarşaf germiş ki görmesinler birbirlerini. O derece bir zayıflık.

Zayıflığının yanında Sakine Teyze'de ciddi bir delilik de vardı tabi. Ben daha bebekken anneme geldiği bir günün gecesinde "bana süt ısıt gızıım" diye tutturmuş. Annem gecenin bir vakti kalkmış sütü ısıtmış getirmiş önüne. Tutturmuş mu "sen beni zehirlemeye çalışıyorsun" diye. Annem demiş "saçmalama Sakine Teyze niye zehirleyeyim seni!?" "Yok sen beni zehirlemek istiyorsun" Annem başlamış ağlamaya lohusa kadın. Çıkmış ananeme demiş "anne Sakine böle böle diyor deliricem gece gece" Tabi ananemin herhangi bir çocuğunun gözyaşına dünyayı yakacağından haberi olmayan Sakine soluğu bir battaniyeyle birlikte cebine koyulan taksi parasıyla taksinin içinde bulmuş.

İlk deliliği değilmiş bu çünkü. Ananemle aynı odada yatarken ananem camı açarmış - eserekli kadın- bu kapatırmış, ananem açarmış bu kapatırmış, ananem açarmış bu kapatırmış. Sabaha kadar zaman böyle biri uykuya dalana kadar diğerinin pencereye ayar çekmesiyle geçermiş. Çünkü Sakine misafir olduğunun farkında değilmiş. Çünkü o Sakine.

Peki annemlerin küçüklüğünden bizim küçüklüğümüze uzanan fenomen Sakine aslında kim? Hiç sorgulamadık. Niye soralım ki uzaktan bir akrabadır herhalde diye düşünüyorduk. Yıllar sonra alakasız bir muhabbette ortaya çıktı ki Sakine bizim hiçbir şeyimiz değil. Sokakta kaldığı bir gün ananemle karşılaşmış, gelininin onu dövdüğünü, yardıma ihtiyacı olduğunu, ramazanlarda zekatı ona verseler ne de güzel olacağını söyleyen bir kadın. Arada ortaya çıkıyor. Geliyor birkaç gün kalıyor. Ramazanlarda mahalleli zekatını ona veriyor. Gidiyor. Bir daha ne zaman geleceği, nerde oturduğu tam olarak bilinmiyor. Annem "tanıyoruz gelinini" falan desede aradan geçen bir 20 yılda hiç gelin melin görmedik biz. Gerçi ben Sakine'yi göreli de en az 6-7 yıl olmuştur. Zekat paralarıyla dişlerini yaptırmıştı. Vücudundaki en yeni yeri dişleriydi, parıl parıl. Yeni jant taktırmış külüstür araba gibiydi. Vay be demiştim Sakine Teyzeme bak.

Bana Sakine Teyze'yi hatırlatan ise geçtiğimiz gün Facebook'tan "paylaşalım" koduyla gelen, benimde "lan birine bi hayrı dokunur belki" diye FW yaptığım İBB'nin evsizler için aranabilecek numarasıydı. Normalde sosyal paylaşım sitesi aktivistliğinden hiç hazzetmem. Ama kan arayışları, kayıp çocuk vs'i geçemiyor insan. Neyse ben FW yapıp numarayı da kaydederek ulan belki bi evsize hayrımız dokunur diye düşünürken ertesi gün birinden cevap geldi. "Ben aradım -3 olmadan toplama yapmıyorlarmış" "La toplama ne?" dedim. Toplama kampına götürüp sabun mu yapıyorlar evsizlerden? Hayır yapalım derken sabun mu yaptık diye kahroldum. Bir de pek havalı şehirli arkadaşlarımdan "ulan evsiz adam istiyor mu bu yardımı bakalım boş boş işlerle uğraşıyorsun" diye azar işittim. "Ama ama" dedim gözlerim nemli "filmlerdeki gibi onlara çorba dağıtan gönüllü sarışın kızlar yok mu? Yakışıklı çocukla az sonra sevişmeyecek mi o sarışın?" Sonra da düşündüm gerçekten evsiz evsizliği kendi mi tercih ediyor, nasıl oluyor bu iş? Derken Allah'ın sevdiği kuluyum aşağıda linkini verdiğim yazıyla karşılaştım. Üstüne tünelde titreyen bir de evsizle.

Hemen "amca" dedim "iyi misin çok mu üşüyorsun?" (soruya gel, Reha Muhtar styla) Amca da bozmadı sağolsun "evet kızım hava soğuk" dedi. Dedim "amca belediyeyi arayalım mı bakım evine gitmek ister misin?" (kendini bilinçli sanan denyo vatandaş styla) "Yok kızım yeaa istemem oraya gitmek" dedi. "E nerde kalacaksın? Hava çok soğuk bugün" dedim (ısrarcı vatandaş styla) "Otel var para bulursam oraya gidicem" dedi. Aldım mesajı. Selamla ayrıldık birbirimizden.

Anladım ki artık nasıl bir yerse giden bir daha gitmek istemiyormuş arkadaş. Belki de -3'ü görene kadar yardım eli uzatmamaya alınmış bir tavırdır. İç işleri bakanı olsaydı ben size diyorum tıpkı kendini yere atan öğrenciler gibi bu evsizlerde bilerek isteyerek evsizliği tercih ediyorlar derdi. Yakında militan kız gösteride düşürmek için hamile kalmış da diyebilirler. Demiş olabilirler hatta.

Ama benim 2011'de hükümetten beklentim budur.

Berrin Karakaş'ın güzel haberi burada:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetay&ArticleID=1032797&Date=21.12.2010&CategoryID=41

Sakine Teyze'den girip evsizden devam edip, 2011'le sonlandırdım. Çünkü doldum taştım. Ama dediğim gibin bu ara yazamıyorum gızıııım. Yazan yerlerim ağırıyor. Boya var gızııım temizlik var. Geçti bu konu demeyin gızıım biriktirdim gızım. Azını kırarım gızım.

17 Aralık 2010 Cuma

aradığınız kişinin şu an ağzına ağzına vuruyoruz



Size bekleme müziklerinin en etkilisini koyuyorum ki beklerken uykunuz gelsin ağzınızdan salya akadursun. Evet aradığınız kişi aynı anda ekmek parası için konkura hazırlanırken, ev taşıyor, ehliyet sınavına girmeye hazırlanıyor ve ağrıyan bacağıyla dans etmeye çalışıyor. Hırpalıyorlar yani arkadaşı.

İsterseniz daha sonra tekrar arayın. Ya da sıraya da girebilirsiniz. Şu an bekleyenler arasında 1. sıradasınız. Sizden başka kimse beklemiyor yani.

Hala burda mısın? Peki.

Bu Leonardo Di Caprio'nun kafa elma gibi di mi? Hele bu filmde bayaa amasya elması. Kız nasıl kurtuldu, herif dondu. E kız şişko tabi yağlarından kurtardı. Yoksa mümkün değil.

Bekleyin meni, Titanik'le bekleyin. İşlerimi bitiriyim harika şeyler anlatacağım nasıl gülecez, nasıl gülecez belli değil.

14 Aralık 2010 Salı

üniformaya dayanamayan elton


Elton john nikita
Yükleyen berfab. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

Elton John'un, duvarda Türkçe yazan "Kahrolsun Faşizm" yazısından kırmızı şapkasına, habire fondan geçen askerlerden aşık olduğu asker kızın kendisinin gözüne ışık tutmak suretiyle flörtleşmesine kadar türlü saçmalık içeren klibini birde benden izleyin istedim. Sanırım klipte kültür çatışmasının arasında kalmış bir aşk anlatılıyor. Elton John'un Nikita'da olsa kadınlardan tiskindiği de anlatılıyor olabilir.

Yüzyılın en saçma klibi seçilse Neşe Karaböceğin Yamyam klibiyle yarışır hatta açık ara ödülü alır.

He birde dans sahnesinde Sör Elton'ın kızın kalçalarına dokunamayıp tavşan gibi ellerini omuzuna koyması var. Her karede profesyonel bir saçmalık. Fesli sahneler harika.

Bu arada neyse ki Elton John bir süre önce pop müziği bırakma kararı aldı. Lady Gaga gibi genç isimlerle yarışamam demiş. İyi oldu, Deniz Baykal gibi olmuştu. Piyanonun başından hiç kalkmayacak sanmıştık.

10 Aralık 2010 Cuma

bir kedi yeter!


Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter! Kediler hoşgörünün ne kadar güzel ve gerekli birşey olduğunu öğretir.

Yeaa kafamda minik fareler dolaşıyor gibiyim. O derece sinirim kalkmış durumda.

7 Aralık 2010 Salı

birbirimizi yemeyelim pide yiyelim


Evlilik üzerine konuşmak normalde evli kadınlar için yasaktır. Çünkü evli kadınlar "ulan evlenince de aslında bir bok olmuyormuş ha" diyemezler. Çünkü evlenmek için öncesinde o kadar büyük bir çaba harcamışlardır ki "aa bok gibiymiş" demek büyük tükürdüğünü yalamak olur. Zaten toplum kadını doğar doğmaz orospu olmasın diye evlilik baskısına sokar. Küçüklüğünden itibaren gelinliğin aslında ne kadar güzel birşey olduğu, giyince prenses olacağın işlenir bilinçaltına. Halbuki ne krallık kalmıştır ne prenseslik.

Ama tüm bunları anladığında iş işten geçmiştir. Binbir uğraşla evliliğe ikna ettiğin yılların sevgilisi yeni kocan yanında büyük kafa karışıklığıyla yatmaktadır. Aslında senin de kafan karışıktır ama zafer kazandığına inandırılırsın. "Zafer kazandım di mi lan" diye düşünürken evlenmek senin fikrin olduğu için de evliliğin bütün sorumluluklarını sesini çıkarmadan yüklenirsin. "Eee evlenmek istediğine göre sen kahvaltıyı hazırlarsın artık"dan "eee sen benim engellediğin hayallerimin yerine birşey koyarsın artık"a kadar uzanır yanınızdaki erkeğin istekleri. Yalan mı peki, sen istedin evlenmeyi.

Sonrasında yarra yering markalı Avusturalya şarabından yudum alırken durumu anlatmaya karar versen de, arkadaş toplantılarında bu tuzağa düşmesini istemediğiniz, evlenmek için her yolu mübah gören arkadaşlarınız kendilerini yemesinler diye durumu anlatsan da ciddiye alınmazsın. "Hııı çok kendin evlendin ya şimdi, bize evlilik havası atmaya çalışıyorsun inceden inceden" diye dokundururlar. Kimden bahsediyorum burada? Anladın sen.

Nice birbirinden akıllı, şeytana pabucunu ters giydirecek kadının gözlerinin önünde evliliğe ulaşmak uğruna boklu erkeklerin peşinde harap olmasını izlersin. Hatta bunların arasında bir kez evlenip, kucağında çocuğuyla kapı önüne koyulmuş ama yine de evliliğin güvence olduğuna inanıp, bir sonrakine yine evlilik diye tutturanı bile vardır. -Neyse uzun uğraşlar sonucu ikna ettik şimdi kendisini-

Evlilik babadan dayak ya da kurşun yememek için gerekli birşeydir. Eğer babanız pamuk gibiyse ya da sizden umudu kesip sütlaç kıvamına geldiyse, bir başka erkeğin çoraplarını yıkamanın bir gereği yoktur. Evlilik duygusal değil, ticari bir birlikteliktir. Eğer bir kont kızı değilseniz, tebanızın iyiliği için toprakların diğer krallıkla birleşmesi gerekmiyorsa yine sorun yok.

O nedenle HebırTörk gibi dandik gazetelerdeki dandik "ayyy kukumuzu göstermeyelim ki bizi istesin erkek. Kukusunu gördüğü kadınla neden evlensin ki" gibi aptal ve kadını aşağılayan cümleleri okumayın, okuduysanız inanmayın. Kukuyla kimse evlenmez evleniyorsa da zaten büyük problemleri var demektir. Kendinizi yürüyen kukular olarak görmeyin, göstermeyin. Maksat kuku pipiyse kadınlar seksten erkeklerden 7 kat fazla zevk alıyor. Yani erkekler yedide biriyle bu kadar koşturuyorsa kadınların önüne gelene atlaması lazım bu durumda. Eee olay zevk almak da değil. Erkeklerin kadınları cezalandırması bu. Sizi evlenmemekle korkutmalarına, sindirmelerine izin vermeyin. Koskoca erkek aleminin elindeki tek silah evlilik. Onu etkisiz hale getirdin mi ne kalacak? Neyle korkutacaklar başka. 'Hıı bak sinemaya gelmem seninle'yle mi?

Hala daha duyuyorum sesleri. Tabi tabi kendi evlenmiş, evlendiği yerden konuşmak kolay diye. Diyorum ben evlendim test ettim. Bir bok olmadı. Karşımdaki erkek beni evlendiğimiz için daha çok sevmedi, alayım bunu kanatlarımın altına kuş gibi besleyeyim demedi -ki ne munasebet zaten- Hatta bir iki kere "allahım kısıtlandığımı hissediyorum nefes alamıyorum" gibi laflar edecekken viks sürdük burnuna da tıkanması geçti. Bu nedenle sevdiği adamı garanti altına aldığını düşünüp bu işe giriyorsa kadınlar büyük yanlıştalar. Bir kez de ben söyleyeyim boynumun borcudur.

He aranızda hala evlenmek isteyen kızlar varsa da bir tüyo vereyim. Erkekler kadınları hep arabaya ya da futbola benzeterek anlatır ya. İşte arabadan örneğimi veriyorum: Erkek dediğiniz şey otomatik vites araba kullanmak gibidir. İki hareket çekmeniz yeterlidir. İleri, geri. Öyle yokuşu çıkarken vites küçülteyim, pedallara zamanında basayım da stop ettirmeyeyim gibi triplere girer elinizi korkak alıştırırsanız o arabayı park edemeyeceğinizi bilen erkek topluluğu size yarı gülümseme yarı acıma dolu gözlerle bakar.

Evliliğe gelince;

'Birbirimizi yemeyelim pide yiyelim.'

Bu slogan Ortaköy'de bir pidecinin sloganı ama aslında evliliğin sloganı olmaya adaydır. Çünkü evlenince iki türlü birbirinizi yemezsiniz. Birincisi ona baktın, şuna göz attın, buna kuyruk salladın gibi krizlerle birbirini yemek yerine artık pide yersiniz. Çünkü tüm evreni ve evliliğinizi koruma altına alan yüzük parmağınızdadır. Geriye pide yemek kalır. Sonra o pideler tarihinizde görmediğiniz kiloya ulaşmanızı sağlar ve bu durum birbirinizi yiyecek tüm nedenleri zaten otomatik olarak ortadan kaldırır. Birbirimizi yemeyelim pide yiyelim, pide yiyelim birbirimizi yemeyelim paradoksuna dönüşür.

İkinci anlama gelince, yemek "manitayı yedin mi?" de kullanılan sekse tekabül eden yemektir. Evet evlilikte çoğu zaman birbirinizi yiyeceğinize pide yemeyi tercih edersiniz. Çünkü yanınızdaki karı ya da koca soğumaz ama pide soğur. O yüzden ilk önce pideyi yersiniz. Sonra rehaveti aşabilirseniz, çoraplarınızı çıkarabilirseniz sevişirsiniz.

He bu arada ben kimseye evlenmeyin demiyorum. Evlilik uğruna kendinizi harap etmeyin, götü boklu erkeklere köle olmayın diyorum. Kız kurusu olmak sinir hastası olmaktan iyidir.

Ayşarman'a bok atarken böyle afaki bir konuda yazmama neden linki aşağıda veriyorum. Yoksa banane yeaaa kim sevişmiş, kim sevişmemiş, kim evlenmiş, kim evlenmemiş.

http://www.haberturk.com/polemik/haber/578656-6-yil-sevistigin-adam-seninle-neden-evlensin

6 Aralık 2010 Pazartesi

peki ya ayşarman olmak...


Empati güzel birşeydir ve karmaşık süreçler içerdiğinden bizim kendisini anlamamız uzun zaman almıştır. Ben demiyorum piskologlar diyor. Üstelik şimdiye kadar sadece insanlığa atfedilmiş olsa da son yapılan araştırmalar gösteriyor ki hayvanlarda da empati duygusu var. Tabi insanların sosyal gelişim süreci daha farklı ilerlediğinden biz birbirimize baktığımızda empati kurup zor durumdakine yardımcı olma gerekliliği karşısında daha organize hareketler çekebiliyoruz. Yani bir maymun sürüsü zor durumda kalan maymuna yardım etmeyi ona karşı empati duyarak akıl edebiliyor. Ama "aslanlar tarafından tarafından ısırılan madur geyikler derneği" kuramıyorlar henüz. Ya da dünya hayvanlar komitesi tarafından bengal kaplanı kültür mirası listesine alınmıyor. "Kardeş soyunuz tükeniyor sizin ormandan size güzel arazi kapattık kimse girmeyecek, üreyin siz elinizden geldiğince sincabından aslanına yardım edeceğiz biz size" demiyorlar. Yani henüz öyle bir bilinç düzeyine ulaşmış bir toplulukla karşılaşılmadı. Varsa da bütün hayvan aleminden şimdiden özür diliyorum.

Uzadı nereye geleceğim? Tabii ki Ayşarman. "Ulan bizden aptal bunlar haa" diye bakılan hayvan bile empatiyi geliştirirken Ayşarman'ın bir insana empati duyması için onun fiziksel olarak yerine geçmesi hali 2010 insanlığına hiç yakışmıyor. Geri çekiyor Ayşarman insanoğlunu. Tabi insanoğluna gelene kadar Türkiye'yi geri çekiyor. Biz empati dolu bir memleketiz zaten. Herkesin bir çeşit azınlık ya da aşağılanan olduğu bir ülkeye komik bürünmelerle neyi anlatmaya çalışıyorsun Ayşarman.

Obez sınırında yaşamasada Türk kadını dediğin şey zaten tombuldur. Günlerde kekleri börekleri yer. Kalçalarını da duvarlara vurarak incelttiğini düşünür. Köylerde güzel kadın ölçüsü "etine buduna dolgun, ay parçası gibi maşallah"tır.

Diğer yandan şişmanlık bu ülkede aşağılanmak için Kürt, Ermeni, Yahudi, dinsiz, sanatçı, laz, kro, apaçi, komunist, vatan haini gibi birçok durumdan daha alttadır. Önem sırasına arada eklenebilecek daha çok hal var hatta ama hadi senin cümcük dudaklarının hatrına listeyi küçük tutuyorum.

Hadi bunu da geçtik ne oldu şimdi Ayşarman şişman olunca? Birine bir şişmana yardımı mı dokundu? Kapanınca kapalı kızların sorunları çözülmediği gibi şişmanlarda hayatlarına pis şişkolar olarak devam edecekler. Çünkü onları pis şişko olarak gören Ayşarman. Çünkü içten içe o canavar dişleri ve yanık saçlarıyla o kadar memnun ki zayıflığından. Aslında onun derdi kendi zayıflığını zerafetini göstermek insanlara. Başını kapatırken de aslında ne kadar da açık olduğunu göstermek için kapattı. Kapalı kafaları anlamaya çalışabilecek kadar açık bir kadın çünkü.

Nereden baksan elle tutamıyorsun yani konuyu. Ama işi kaptı. Bakıyor uzun zamandır bir olayım olmadı e hadi ben birinin kılığına girip sokaklarda dolanayım biraz diyor. Habermiş gibi anasayfadan da veriliyor 2 gün üstüste. Hayat sana güzel Ayşarman. Ama asıl soru gönül razı mı bu yavşaklığa.

Hayır şimdi 16 yaşında diri diri gömülen Medine'yi anlamak için canlı canlı gömülecek misin? Fatmagül'ü anlamak için tecavüz edilecek misin? Yapmazsın tabi biliyoruz da empatiden anladığın nedir, onu anlamaya çalışıyorum.

Empati kuruyorum da Ayşarman'la, çok zor çok. Kafanın içi hep bomboş, Dubai'de canın sıkılıyor, kapalı ve şişkolara çok üzülüyorsun. Daha bir için şişiyor. Şımartılmak istiyorsun hep gözler üstünde olsun istiyorsun ama saçların yanık, dişlerin canavar.

Bak, seni anlamak için saçlarımı yakıp, dişlerimi canavar yapmama gerenk yok. Oturduğum yerden anlıyorum.

Göte sürülmezsin yemin ederim. Ağzımı bozdum ben. Okuyanla empati kuruyorum. Çok özür dilerim kendilerinden.

3 Aralık 2010 Cuma

kıtla oğul, tut ve kıtla onu



Kahvede, berberde, misafirlikte tuttuğunu bayıltana kadar muhabbete kitleyen Ramiz Dayı Ezel'i yine anlamsız bir ortamda anlamsız bir planda yakalar ve şöyle der: "Ezel, aslında sen bilir misin ki siyah çay aslında yeşildir ve çin'den ingiltere'ye gelene yolda kuruduğu için kararır ve herkes onu öyle kara içer. Ve erzurumlular üzerine bu kara çayı kıtlama şekerle yer. Ve kıtlayarak şeker yemek şeker hastalığına davetiye çıkarsa da bizim bildiğimiz şekerden daha sağlıklıdır. Bu nedenle sende kıtla oğul, tut ve kıtla" der.

Evet, kendinden çok güvendiği Ezel'e bu defa üstesinden gelmesi onun için çok zor bir görev vermiştir.

Bir genç kızı kıtlayarak yemek...

Ezel 238 bölümdür bir adım ilerleyemediği için üzülerekte olsa bu zorlu görevi gözyaşlarıyla yerine getirir.

Peki şimdi bunu dünyaya yarım gözlerinin ardından baktığı için herşeyi yarım anlayan Eyşan'a nasıl anlatacaktır. Muhtemelen Eyşan yine olayın yarısını anlayacaktır.

1 Aralık 2010 Çarşamba

tarkan nedir o önden sarkan?


Bu prodüksiyonun sanat yönetmeni kimdir? Yanına kadın koymuşlar diye tansiyonu düşmüş gibi Tarkan'ın. Üstelik kirli bir suda yıkanıyorlar ve de o kirli sudan çıkan, kime ait olduğu belli olmayan kıllı bir bacak var.

Tarkan'ın kol pazusu iyi de ya o sonrası? O incelen ön kol... Arkadaki gazlı soba mı? Ayrıca kızım memiklerinin ucu yok. Şaka şaka onu gazete edepli olsun diye blurlamış.

Olmuyor bu Tarkan yeaa. Küvete koy, ağaca koy, Kate Moss'un yanına koy, maymunun yanına koy olmuyor. Ona yaptığı yatırımı uzay çalışmalarına yapsaydı Türkiye, 3. ay üssünü kuruyordu şimdi.

Yemek saatine yakın böyle pozlar görmek istemiyorum.

istirham ederim, istifra da edebilirim


Edebiyat çevresi bundan böyle de'leri da'ları ayıramayanları bacaklarından ikiye ayıracakmış. Yukarıdaki Hakkı Devrim pozumla onlara gözdağı vermeye çalıştım ama başarabilir miyim bilemiyorum. Milyon kere de söyledim; "astigmatım var çok bakınca yazılar karışıyor" dedim, olmadı. Lazım, "laz inadım var biri söyledi diye düzeltmem" dedim, olmadı. "Türkçe'deki de da kuralını gereksiz buluyorum" dedim, olmadı. Bugüne kadar bayramlık ağzımı açmayayım, çeliktepeli yüzümü göstermeyeyim dedim ama buraya kadarmış.

Bundan böyle de'leri ayıralım, büyük harflerin ellerinden küçük harflerin gözlerinden öpelim gibi yorumlarla gelenlerin yerleri GPRS ile tespit edilerek, eş güdümlü füzelerle yok edilecektir. Ondan sonra "aaa neden yokettin senin gibi hanfendiye yakışmadı", "e kötüyle kötü oldun" demesin kimse. Ahmedi Nejat yaptınız beni. Beni siz yarattınız.

Daha Türkçe bilmiyormuşum da yazı yazmaya çalışıyormuşum da vilivilivilivilivilivili. Şu hayatta bir Türkçe'nin kurallarını çok iyi bilirim, bir de islamın 5 şartını. Ama ikisini de yerine getirmek konusunda bir iddiam olmadı. Üstelik 5 şartı yerine getirmemenin karşılığında büyük tövbeye koşma, bonus sevap kazanma gibi seçeneklerim varken, Türkçe kurallarını yerine getirmediğimde kızgın bir kalabalık beni meşaleler ve tırpanlarla kovalayabiliyor.

Güzel Türkçe okumak isteyenler üstadımız Hakkı Devrim'i okusun. Dinlemek isteyenler Bülent Ersoy dinlesin. Ama sıkılınca buraya gelmek yok. Onu balkonuna düşen topu kesmeden önce düşünecektin.

Ne güzel konuşuyoruz yeaa biz kendi aramızda. Osuruk, göt, meme diyoruz eğleniyoruz. Ben kimseye burada yağmurlu bahar akşamı başlayıp, kadının yine bir güz günü arkasını dönüp gitmesiyle sonlanan bir roman yazmıyorum. Götten atıyorum arkadaş. Blogun adı almanca atgotın olarak okunmuyor. Göt o göt. At götten.

He ancak şöyle affedebilirim bu blog polislerini, bana der ki "Yeaa ben çok mutsuz bir insanım böyle arada insanların küçük hatalarını büyütüp yüzlerine vurarak yaşayabiliyorum. Yalnızım, iletişim şeklim bu benim, böyle varoluyorum." O zaman ben onlar için her paragrafta ayrı hatalar yapar, mı'ları mi'leri bile bitişik yazarım. İnsanlık ölmedi sonuçta.

Amaaaaaa bana böyle saçma sapan yorumlar yaparak, Bilge Tonyukuk'la Orhun Kitabeleri'ni birlikte yazdık, Türkçe'yi ben yarattım tavırlarına girerek gelirsen bundan böyle tüm yazıları ayshe, sheyda, shatchi diye yazarım kustururum adamı.

Buradan ayarı veriyorum. Daha da bu konuda polemiğe girmiyorum. Sinirli insanım ben. Bana 3 kere aynı şeyi söylersen vodoocu kadınlar gibi gözlerim ters döner, ağzımdan köpük çıkarıp anlamsız şeyler söylemeye başlarım.

Hem Türkiye'nin en az kazanan yazarının yazısı da bu kadar olur. Bana ver yazı başına 50 lira ben varya noktası virgülüne, sık kullanılmayan kurallarına kadar uygun yazayım hergün. Vereyim mi hesap numaramı? Hişşş bilmiş sana diyorum.

Ayrıca da uymuyorum kardeşim. Tam uyacaktım kurallara, "ulan okuyanın rahatsız oluyordur belki dikkat et" diyordum kendime vazcaydım.

Buradan sesleniyorum:

da'ları ayırmayın, da'lar ayrılmayın!

Bu ayar dostane yapılan yorumlara değil, kötü niyeti yüz ışık yılı öteden belli olan, karnında gazla dolaşan kişilere verilmiştir. Hangisi iyi hangisi kötü niyetli nereden bilecen diyeceniz, kötüyü klavyesine vuruşundan tanırım ben.

30 Kasım 2010 Salı

betonun zerafeti


Tüm insanlığın 80'lerde büyük bir buhran yaşadığı açık. Gerek kıyafetlerden gerek yaşam stilinden hemen anlaşılan bir kendini bilmezlik söz konusu. Dolayısı ile ardından gelen 90'lar da büyük bir kafa karışıklığı içeriyor. İnsanlar bilemiyor uzun süre o kazakları pantolon içine sokmalı mı, sokmamalı mı, kravat güzel bir aksesuar mıdır, yoksa değil midir? Koskoca bir nesil heba oluyor tabi. Şimdi fotoğrafları saklamaya çalışmak nafile. O iç sıkıcı dönemin yaşamınmışlıkları, vatkaları geçmişte saklı. Benim için ise Zuhal Olcay'da...

Onun o beton suratı, gizemli, derin kadın imajı ve üstüne üstlük hala da öyle anılması içimi sıkıyor. Ne güzel kurtulduğumuzu sanırken tekrar ekranlara çıkması, o zoraki gülümsemesi ve kısık gözleriyle kafasını hafif hafif aşağı yukarı sallayarak karşısındakini dinliyormuş gibi yapması. Kısık kırçıllı sesi,ifadesizliği geçmişten gelen sıkıcı bir hayalet gibi. Onu görünce entel Türk filmlerindeki bir sahnede, olup biteni izlemek zorunda kalmış oymalı büfe gibi hissediyorum kendimi.

Kilim desenli kazağını haki renkli pantolonunun içine sokmuş bıyıklı adam bir yazar. Camlı dekorasyonuyla kalitesini belli eden bir pub'da henüz yeni tanıştığı kadını yağmurlu bir günde evine davet etmiş. Kadın vatkalarının altında ezilirken geniş camlı pencereden dışarıda bardaktan boşalırcasına yağan yağmura bakıyor. Bu sırada hiç konuşmuyorlar. Adam kapının girişinde yağmuru izleyen kadına bakarken aslında sadece birkaç ay önce ölen karısını düşünüyor. Kadın ise boşandığı kocasını. İkisi için de bir yabancıyla aynı evde olmayalı çok uzun zaman olmuş. Bunun derin sıkıntısını içten içe yaşıyorlar. Ancak birbirlerine anlatamayacak kadar yorgunlar. Kamera bir adamın bıyıklarını gösteriyor, bir kadının rimeli taşmış gözlerini, bir adamın bıyıklarını, bir kadının yağ kokan ucuz rujlu dudaklarını, bir adamın bıyıklarını, bir kadının krepeli kaküllerini. Kamera birkaç kere daha böyle gidip geldikten sonra kadın "yağmurun sesini dinlemek daha iyi gelecek bize" diyor.

Tabi bu alt metni olayın derinliğini o sıkıcılığa katlanarak biz anlıyoruz. Yönetmen tüm bu sıkıntıyı bize sadece camdan bakan bir kadın ve ona bakan bir erkekle, bir ona bir öbürüne zoomla anlatıyor. Arkada kırık piyano sesleri bir de. Yarım saatlik beton bakışlara, anlamsız diyaloglara katlanabilirseniz bu sanat filminin üç satırdan oluşan konusunu anlamaya hak kazanıyorsunuz.

Zuhal Olcay'da öyle işte. Beton suratına ve anlamsız mimiklerine uzun süre bakmaya tahammül edebilirseniz içindeki derin kadını görmeye hak kazanıyorsunuz.

Bunun bir de şişe üfleyen versiyonu Aşkın Nur Yengi var. O da çocukluğumdan silemediğim bir travmadır. O soluk programlara elinde şişeyle çıkıp kibar kibar konuşup, tüm şarkıyı şişeyi üfleyeceği yer gelene kadar sik gibi elinde tutardı. Kimse demedi "şişe üflemek ne?" diye. Haluk Bilginer'e sormak lazım. Haluk Bilginer'de büyük betonsevermiş o da ayrı.

Yukarıdaki sahneleri kafasında oynatamamış olanlar için aşağıda bir link paylaşıyorum. Altındaki yorum da şahane unutmayın onu da okuyun

http://www.youtube.com/watch?v=-9vvBvJqEjI

29 Kasım 2010 Pazartesi

bana belgelerle gelmeyin!



Dün akşam kaynımgillerdeydim. Kek börek yedik. Eve geç geldim ki internette kıyamet kopuyor. Televizyonda Cüneyt Özdemir nıhıhı diye sırıtıyor. Meğersem Wikileaks olayı cereyan etmiş, ne kadar arkadan konuşan varsa ortaya çıkmış. Diplomasi mahşer yerine dönmüş. Bir ara bayaa bir gaza geldim ama siteye giremedim, e tabi arkadan ittirince şişmiş site. Neyse ki sonra gate meyt bişeler yaptık belgeleri kabak gibi açtım. Ankara başlıklıları copipeyst yaptım. İndirene kadar bişe mişe olur mazallah diye word'e sığındım. Şimdi o belgeleri fotokopicide ciltletip biriyle bir konu hakkında tartışırken "baaaakıııın sayın pötür, belgelerle konuşuyorum lütfen" diye elimde sallayacağım.

Bugün de çok şalalalı başlıklar birbirini izlemiş tabi. Yok diplomasinin 11 Eylül'ü, yok hemşire kim? Bütün haberler wikili. Aslında dün diplomasinin değil de geyikçiliğin 11 Eylül'üdür. Artık gizli belgeler ortaya çıktıysa ve kim hangi ülkeye ne demiş, arkasından iş çevirmiş biliyorsak ne konuşacağız dost meclislerinde, rakı sofralarında? Amerikan işi bu diye işkembeden sallamanın verdiği rahatlığın yerini ne alacak? "Amerikan işi bu" "hayır değil yazmıyor" dediklerinde ne yapacağız? Komplo teorisinden geçinen insanlara kim bakacak?

Diğer yandan belgelerde çok sürpriz bişe de yok. İşkembeden sallıyormuşuz gibi duruyordu ama bayaa doğru tespitlermiş. Misal Kaddafi'nin botoxları. Daha geçen hafta dedim Kaddafi'nin botoxlarına kaç puan diye. Türk bakanlar rüşvetçiymiş. Buna belgeye gerek yok zaten. Suudi Kral İran'ı vurun demiş; suudi diye bişe mi var? Arabian amerikan diyoruz biz onlara zaten afrikın amerikın gibi birşey. Netanyahu verdiği sözü yerine getirmezmiş, bunu bilmemek için klingonlu olmak gerekir.

Yalnız tüm dünya konuya mesafeli açıklamalar yaparken bizimkilerin "külliyen yalan, balon patladı, hııı çok, ayna ayna ayna, hayal ürünü, Kuran nimet çarpsın ki" gibi aşırı tepkileri işi daha da eğlenceli yapıyor.

Erdoğan'ın açıklaması ise pek manidar: Önce eteğindeki taşları döksün.

Sonra;

a) Yapıcaz ona bi şekil biz.
b) Kim ne demiş herkes özür dileyip öpüşüp barışacak.
c) Belgelerle ilgili gerekli araştırmaları başlatıp gerekli isimler hakkında soruşturma başlatacağım.
d) Eteğin modelini bir görelim, beğenirsek diktiririz.

Diğer yandan vatandaşın da çok da wikindeydi. (Levent Kırca şaka kontenjanından yapılmıştır.)

bir kedi yeter!


Kuran öğremiyav. Elif, be, te, se, cim, ha, hı, dal, zel, miw...

Tamam nine baştan alıyorum. Elif, be, te....

Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter. Hele bir de hayır duası ediyorsa sırtınız yere gelmez.

28 Kasım 2010 Pazar

şuursuzluğun fotoğrafı


Bu haftanın bünyede şok etkisi yaratan haberi kesinlikle Kaddafi'nin Erdoğan'a insan hakları ödülü vermesiydi. Aaa ne komik bir espri, Zaytung haberi mi diye bakarken, yabancı basın dahil gogıllamak süretiyle durumun gerçekliği beynimi ezdi. Bunlar haftada bir araşıp "yaa hep söylerim senin insanlığın kimsede yok. Çok beğeniyorum senin insan haklarını" gibi sözlerle birbirlerini gaza da getiriyorlardır.

Kaddafi'nin Erdoğan'ı bu ödüle layık görmesindeki en büyük etken Yıldız Teknikli 18 öğrencinin sadece gösteri yaptıkları için 1 yıl 3 er ay hapis cezasına çarptırılmasıdır kuvvetle muhtemel. Kaddafi "Ben olsam kafalarını vücutlarından ayırırdım. Bu Erdoğan kadim dostum çok insan haklarını seven bir insan, çok insancıl ödülü ona verelim" diye düşünmüştür.

Haftanın en şuursuz haberi bu iken, şuursuzluğun fotoğrafı ise benim için yukarıdaki fotoğraftır. Bir şekil paylaşmak istiyordum. Bu habere kısmetmiş.

Atom bombası harekatını yöneten komutan ve eşi işlem sonrası kutlama yaparken, atom bombasının patlaması ardından oluşan mantar şeklindeki bulutun tasvir edildiği pastayı kesiyorlar. Pamuk pamuk yanaklar, mutluluk, hanfendilik ve beyfendilik gözlerden okunuyor.

Hah hah hah ha ne şakacı bir pasta. Ay o gün amerikan ordusu nasıl komik nasıl komik, şakalar espriler havalarda uçuşuyor. Gül gül öldük, gülmekten öldük.

26 Kasım 2010 Cuma

fare videosu



Eeee hep kedi vidoesu izleyecek değiliz. Biraz da fare videosu izleyelim. Aslında kedi videosu umuduyla açtım ama farenin hakkını fareye vermek lazım. Bu bir fare videosudur.

Kahraman fare fikret tüm kedi aleminden intikamını almaya kararlıdır. Özellikle beyazlı yatan kedinin üstüne atladığı sahne onu efsaneleştiriyor. "Ne yatıyossun lan hala benekli! sittirin lan bi daha görmicem sizi" diye girdi valla kafa göz. Üstüne fedai zenci kedi saldılar ona da zıpladı.

Bunu görsem ben varya yanından geçerken "selamunaleykum" derim, bir emri var mı sorarım.

25 Kasım 2010 Perşembe

beşle topla beni, çarp uzaylıyla


Bu ülkenin en büyük problemlerinden biri matematiğinin zayıf olması. Nedeni tabi ki eğitim. Benim ortaokuldaki matematik öğretmenim tahminimce eski boksör ya da pehlivandı mesela. Arada matematik anlatırken kendi kafası da karışır, eror verir bir süre camdan dışarı bakar sonra tahtayı sildikten sonra başka bir probleme geçerdi. Pehlivan olduğu içinde kimse "hocam bir önceki probleme nooldu?" diye soramazdı. Ama yazık kim bilir onun matematik öğretmeni kimdi? Eski kasaptır belki.

Bu nedenle azcık matematiğe kafası basanlara deha muamelesi gösterilirken hiç anlamayan kesim "yaa benim sözel zekam var" yalanı arkasına saklandı senelerce. Sözelciler matematikçilerden kız almadı, matematikçiler sözelcilerden. Dershanelerde kızlar "off bilmiyorum yaa sözelci çocuk yakışıklı ama matematikçide matematik biliyor yani nihayetinde" diye arada kaldı. Çirkin matematikçiler sırf iki integral çözüyor diye cillop gibi kızları yedi. Halbuki sonra biraz büyüyüp bilinç kemale erince görüldü ki alsan kitabı eline etrafındaki herşey matematikten oluşuyor. Ama iş işten geçti, çirkin matemetikçi çocuk seni sivilceli yüzüyle öptü bile.

Neyse geçmişten gelen matematikten anlamama ve biraz yaşlanınca anlıyormuş gibi olma durumunun bizi nereye getirdiği ise MHP'nin 40. yıl matematiği, araştırmacı sarışın Ferdi'nin Fatih'in İstanbul'u fethi hesabından belli oluyor. Milletçe en sevdiğimiz bilim dalı oldu numaroloji. Çünkü ilk okul sıralarında başlayan, sonuca ulaşmak için dört işlemi dilediğince kullanmaya çalışan mantığın bir uzantısı bu durum.

Facebook'ta "öğretmenin sonucunu verdiği matematik probleminin sonucuna ulaşmak için saçma sapan 4 işlem kullananlar" grubu açsam bir günde bir milyon kişi toplarım. Türkiye'de herkes en az bir defa yapmıştır bunu çünkü. İşte o yüzden şimdi de at götten "Fatih kaç yaşında İstanbul'u fethetti 21, hangi yüzyıldayız 21, hangi yıldayız atın sıfırları 21!!! bu tesadüf olamaz" sonucuna rahatlıkla ulaşıyor sarışın araştırmacı Ferdi. Kuran ayetlerindeki sayıları belli tarihlere uyduracağım diye saçları elektrikleniyor Ömer Çelakıl'ın.(Bu arada bu adamın şifresi de soyadında saklı)

Hadi bütün bunlara tamam. Numarolojiye saygımız var diyelim. Kafaya göre Gayri Safi Milli Hasıla'yı düzenlemek nedir peki? Bakanlar kurulu uygun görmüş sağolsun. Bakmışlar, tartmışlar, sonuca ulaşılması gereken sayıyı belirlemişler. Sonra kafadan "yaa biz bu rakamı şunla çarpsak şuna bölsek bu rakama ulaşırız haaa" diye bir hesapla bir gecede milli gelirimizi kişi başına 2.354 dolar artırmışlar.

Matematikten anlamadığımdan olabilir gerçi ama anlamadım ben geçen seneye göre daha fakirken, evdeki hizmetli sayısını ikiye düşürmüş, en son chanel çantamı alalı 2 ayı geçmişken nasıl olmuşta iki bin dolares daha zengin olmuşum.

Tamam diyelim kafam basmıyor ama zengin oldum. 2 bin dolarımı nereden alabilirim, kimden tahsil edebilirim?

Mandalini muz gibi açıktayız, hepimiz zede olduk.

Unutmadan matematiğe bulaşmış sözelcilere güzel başka örnekler de var.

Misal:

Beni Böl Çarp Böl Sevgili Ne Yaparsan Yap Ama Son İşlemin Hep Beni Kendinle Toplamak Olsun.(Küçük İskender)

Senle topla beni çarp uzaklarla ekle sensizliği böl saatlere ne kaldı ne kaldı? (Kayahan)

Eşşeğin siki kaldı demek istiyor di mi insan?

24 Kasım 2010 Çarşamba

198 arzu: şarkıcı, manken, süperstar

Hürriyet Video'larını izlemek için Flash 7 veya daha yüksek eklenti yüklenmeniz gerekmektedir. Yüklemek için tıklayınız!!!


Yaşlı kadının hatıratlarına yeniden hoşgeldiniz.

Sabah otobüste arkamdaki hanzo bana bakıp ve yüksek ihtimalle elimdeki kitabın ve mavi saçlarımın bir entel paketi oluşturmasına kıl olup, dişlerini cırtlatarak içinden "vey amüğa godunum tipini siktiimin" diye bana saydırırken, ben bir yandan diş cırtlatması uyuz olup diğer yandan "ulan ne oldum da ne olacağım" diyip 30 yaşıma ulaştığım şu günleri sorguluyordum. Kitaptaki "ne umuyordun ki, sonsuzluğa inanacak kadar aptal olamazsın." cümlesi zaten bu ara bunalıma zayıf olan bünyemi kolayca ele geçirdi. Bir yanımın "komik kedi videoları izlemeyecek miyiz sonsuza kadar? hay amk." diye gözleri nemlenirken, diğer yanım "kızzaaam saçmalama yeaa tabi ki sonsuza kadar izleyeceğiz" diye saçını parmaklarının arasında yuvarladı. Aslında kendisinden pek hoşlanmasam da saçını kıvıran gerzeğe inanmayı tercih ederekten ve diş cırtlatan hanzoyu göz ucuyla pis pis süzerekten indim otobüsten. E işe yürüyene kadar emoluk yapacak zamanım kaldı. Geçmişten günümüze doğru düşünmeye devam ettim.

Aslında henüz çok küçükken şişko ve geveze bir kız olmama rağmen büyük bir insan olacağıma derin bir inancı vardı herkesin. İlk okul öğretmenim bir star gibi davranırdı bana. Diğer öğrenciler de. Hem şişko hem geveze bir kız için büyük bir başarı bu. Tüm etkinliklere katılırdım. Koroya katılmadım diye müzik öğretmenim gönül koyardı. O derece süper stardım yani. İşte o günleri hatırlayıp aslında ne kadar sahtekar pezevenk bir çocuk olduğumu düşünürken peki o dönemin süper star egosunun ilerleyen yaşlarda nasıl ortalama bir düzeye indiğini düşünmeye başladım. O süperstarlığın son bulduğu nokta, kırılma anı neydi?

Sonra içimden büyük bir kahkahayla hatırladım.

Şimdi ilkokul sonundayız, mezuniyet organizasyonu yapacak okulumuz büyük gazda. Çalışmalar aylar öncesinden başlatıldı. İşte ben elimden geldiğince tüm etkinliklere katılıyorum. Mankenlik bile yapacağım öyle düşünün. Evet.. Türkiye'nin ilk şişko mankeni benim aslında. Annemle gittik kot takım aldık. İlk podyum yürüyüşümü onunla yaptım. Harika havalıyım yeaa. Sonrasında ikinci kıyafetimi giyindim. Kabarık bir elbise hemde o şişko halimle, uçuk pembe. Salonda şişko bir bulut gibi dolaşıyorum. Kendimce nasıl edalıyım ama zayıfıııım, periyim yeaa. Saçlarım mahalle kuaförünün son heykel çalışması. Kahküllerim yukarıya doğru taşlaşmış bir fıskıye gibi. Ancak aslında o gecenin sonunda süper starlıktan normalliğe geçiş evremi yaşayacağımın farkında değilim.

O geçişin hikayesi de en başından şöyle başlıyor: Şimdi mankenlik çalışmalarımın dışında gece için bir de koroya katılmışım. Koşturmacadayım yani. Mankenliği yaptıktan hemen sonra koro kıyafetlerimi giyinip şarkımı söyleyeceğim. Tanrım ne kadar yetenekliyim. Neyse koro çalışmaları da bir ay öncesinden başladı. İşte sınıfta toplanıyoruz, okulun en hırslı ve en çok altın bileziği olan hocası tarafından anlamsız el hareketleri eşliğinde şarkılarımızı söylüyoruz. Bir de bir solo şarkı söylenmesi lazım. Azeri şarkısı vardır ya; "fikrimden geceler yatabilmirem, bu fikri başımdan atabilmirem" Onu biri solo söyleyecek. Hoca karpuz seçer gibi ön sıradan başladı. "Sen söyle bakim evladım" dedi birkaç kıza. Cık olmadı, "kızım olmuyorrr" diye azarladıktan sonra bana "sen söyle bakiim" dedi. Ben yetenekli değilim aslında ama akıllıyım. Her zamanki gibi birkaç numara biliyorum göz boyayacak. O şarkıyı da daha önce ince sesli bir kadından dinlediğimden sesimi soprano tadına ayarlayıp ince perdeden söylemeye başladım. Azeri sopranoyum yeaa "fiiiiikrimden geeeceler yataaaabilmireeeem" diye girdim ben şarkıya. Şarkı söylemekten gram haberi olmayan öğretmenimiz "tamam" dedi "soloya sen çıkacaksın" Büyük bir heyecanla göt korkusu arasında bir duyguyla "peki hocam" dedim.

Neyse işte o muhteşem gün geldi. Mankenliğimi yapmışım etkinliğin en son gösterisi koroda başladık biz şarkıları söylemeye. Çok stresliyim ama gerilmişim "ulan ya çıkamazsam çıkamayan adam olursam" diye. Neyse bir şarkı söyledik. Baktık salon yavaştan boşalmaya başladı. İkinci şarkıya geçtik. "Piti piti yavrum hey hey" diye anlamsız sözlü modern türküler söylerken herkes götüm götüm gitmeye başladı. O an içimden dedim ki "piti piti yavrum mu? ne saçma şarkı sözü... E herkeste gidiyor. Demek ki senin için çok önemli olan birşey başkaları için hiç önemli de değil aslında." Ben bu şekil bir aydınlanma yaşarken zaten 30 santim topukluları üzerinde çok yorulmuş öğretmenimiz "tamam yeter keselim gidiyor insanlar zaten" dedi. Dolayısıyla benim solo da güme gitmiş oldu. Öyle rahatlamıştım ki hemen gidip çişimi yaptım.

Bu aydınlanmadan sonra ortaokulum underground bir starlıkta geçti. Parlak sahnelerden kantin köşelerinde havalı sohbetlere geçtim. Lise ise huzuru kabalada ya da sufilikte arayan eski bir star tadındaydı. Ahmet Özhan gibi birşey oldum.

İş hayatıyla da zaten ulviyete ulaşıp aslında kimsenin özel olmadığı düşüncesine kadar uzandı olay. İşte bu düşünceler bir ayak çukura yaklaştıkça da starlıktan geçip ulan bari sonsuzluğa ulaşmanın bir çaresi olsa çaresizliğine dönüşüyor. Arkamda donlarımdan başka birşey kalmayacak mı diye götün atıyor. İlkokul 5'te senden daha akıllı bir çıkarım yapmış çocukluğun karşısında 30 yaşında emo bir mal olarak duruyorsun.

Ama neyse ki bu yaşa gelene kadar depresyonunu da profesyolce ve seviyeli bir şekilde yaşamayı öğrendiğinden, otobüste bunları düşünürken, gün içindeki işlerini hayatın süt limanmış gibi halledebiliyorsun. Tuvalette 3 dakika ağlayıp makyajını tazeleyip 10 dakika sonra histerik gülüşler atabiliyorsun. Sevdiğin insanı kaybedip akşamına yemek yiyebiliyorsun.

Buradan nereye geleceğim. Hayatımın 5 senesini bana bir süperstar gibi yaşatan öğretmenimin tombik yanaklarından öpüyorum. Öğretmenler günü kutlu olsun.

23 Kasım 2010 Salı

bir kedi yeter!


Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter. Biz de aynen böyle ne güzel uyuyorduk yeaa 10 gün... Üstümüzdeki kediyi almasalardı iyiydi.

Gebocum göndermiş günümüzü şenlendirmek için.

21 Kasım 2010 Pazar

çekiyorum rahatlıyorum


Şu hayatta iki şeyden büyük keyif alıyorum. Biri akşam haberlerini izlerken ona buna baba avrat düz gitmek diğeri pijamamı göbeğimin üstüne kadar çekmek. Bu nedenle evlerinde otururken birbirinden nonniş ya da havalı eşofman/gecelik giyinen kızların yüzüne gülerken içimden fesatça "güzel eşofman yeaa ama osurması yakındır" diye geçiriyorum. Azcıkta kıskanıyorum ama saplantılıyım. Öncelik rahatlıkta. Zaten ömrüm olursa 86 yıl yaşayacağım, hayatımın gecelerini yani yarısını seksapel uğruna içten titreyerek geçiremem.

Evet seksi düşük belli ince kumaş eşofmanlar güzeldir. Ama gaz yapar. Sevgiliniz sizin ne kadar seksi olduğunu düşünürken siz karnınıza baskı yapan gazı nasıl çıkaracağınızın stresi içerisinde tuvalette yapmacık öksürük krizleri eşliğinde osurursunuz. Geceliği zaten hiç saymıyorum. Ortaçağda kalmış bir gece giysisi bence. Hiçbir anlamı yok. Altta donla yatılır mı yeaa? Sabah kalkarsın beline kadar açılmışsın. Tüm gece götü açıkta kalmış rüyaları görürsün. Olaya girmek bir dona bakar ki bir bakmışsınız kolay lokma haline gelmişsiniz. Tamamiyle insanlık dışı görüyorum.

Yumurtalıkları seksapel uğruna harcayıp sistitin geçsin diye sıcak ütü başında uyuklamaya gerenk yok. Çek eşofmanı beline kadar, sok atleti donunun içine huzur orada. Yıllarca çevrem ve ailem tarafından ayıplanıp dalga geçilsem de, beyin "çek çek daha da yukarı çek" gibi terbiyesizce sataşmalarına maruz kalsam da Tom Cruise'u gelse çekerim belime eşofmanı terslik yaparsa da yüzüne de bakar "what da fuck" derim.

Buradan nereye geleceğim. Bayram öncesinde bayramlık niyetine yüksek belli pantolon aldım kendime. Ulan dedim elin 1.20'lik japonu bile giyiniyorsa bende giyinebilirim. Ne olabilir? En kötü teletabi olurum. Olsam ne olur? Hiç. Neyse bu düşüncelerle giydim pantolonu, arkadan ilahi bir müzik çalmaya başladı "aaaaaaa" diye -ilahi derken kilise ilahisi sordum sarı çiçeğe değil tabi- Böyle bir rahatlık olamaz. İstediğin kadar çek yaa. Sadece geceleri yaşayabildiğim huzur günüme yayıldı. Çekiyorum belime kadar pantolonumu huzur içinde geçiriyorum günümü. Tüm bayram tükürüklü öpücükler bana sevgi ve aşk pınarı gibi geldi. Sırf pantolonum belime kadar olduğu için hiç sorun çıkarmadım, herkese pamuk gibi davrandım. Büyüklerimin ellerinden küçüklerimin gözlerinden öptüm. Taksicilere teşekkür ettim. Hiçbir fikrimin olmadığı şeyleri büyük bir dikkatle ve ilgiyle dinliyormuş gibi yaptım. Hayat mis oldu.

Hemen gidip bir farklı rengini de aldım. Emekli maaşım yatsın siyahını da alacağım her renge tamamlayacağım. İşte moda nedir? Moda sevdiğimizden nefret etmekle nefret ettiğimizi sevmek arasında geçen bir zihin oyunu. Bence moda içimizdeki vahşinin inkarı görselliğin bedenle buluşması. Bence moda anarşi. Bireysel gücümüzün ifadesi aynı zamanda zayiflığımızın maskesi midir? Hayır hüsseinjim.

Moda belimizin açılıp karnımızın gaz dolup osuruğumuzu tutmakla tutmamak arasında geçen bir zihin oyunu. Bence moda içimizdeki kronun inkarı, bel lastiğinin meme altıyla buluşması. Bence moda komançi. Gazımızı tutabilme gücümüzün ifadesi aynı zamanda basenlerimizin maskesi.

Evet öyle!

19 Kasım 2010 Cuma

arda beni nasıl beğenebilirsin?



Birkaç gündür kafamda sezyum'da gördüğüm "sevgilim beni nasıl beğenebilirsin?" videosu oynuyordu. Bu kız gerçek mi yeaa diye düşünürken karşıma akşamına Güççük Sırlar'da Sinem Kobal'ın inanılmaz seksi performansı çıktı. Şimdi Sinem Kobal gerçek mi diye düşünüyorum.

Videonun sonu inanılmaz gerçekten. Seksi diye bişe varsa işte o budur.

Arda'nın neden sinirleri bozuk, sevişiyorlar diyince neden dayanamayıp ağladı ben anladım şimdi.

Sevgilim beni nasıl beğenebilirsin videosu da ahanda burada...

13 Kasım 2010 Cumartesi

alternatif tatil yazı dizisi-1


Bugün size yazacak konu bulamayan köşe yazarları gibi dün ne yaptığımı yazacağım. Aslında tam olarak öyle de değil. Bir konsepti var yazının. Bu bayram herkes Avrupalarda Goalarda gezerkene İstanbul'un boklu sokaklarında gezmek durumunda kalıp "aman ne güzel ha trafik yok" avuntusuyla kendini eğlemeye çalışanlara tatili yani tatilsizliği daha da varoşlaştıracak mekan önerilerinde bulunacağım. Aslında hiç böyle bir amacım yoktu ama bugün baktık hava güzel ama cepte para yok, soğan kokulu romantik solcular gibi bıyıklarımızı burup "olsun be sevgilim hava bedava ya" diyip dışarıya çıktık ve "kış ortasında yaz sıcağını bulan İstanbullular park ve bahçeleri doldurdu" haberlerine röportaj veren İstanbullardan olduk. Hep bildiğimiz İstanbul'un farklı yüzlerine sizler için gıcık kaptık. Hepsini sizin için gezdik, sizin için tattık.

Gezimizin ilk durağı kahvaltı yapmak umuduyla Beşiktaş çarşının içerisindeki Bonus Memet'in dükkanı olacaktı ki bir tane boş masa bulamadığımız için götümüze bakarak geri döndük. "Kahvaltıdan köşeyi döner mi yaa insan" diye Memet'e hasetlenirken, ne yapsak Beltaş'ın muhasebeci sevgilileri arasına mı karışsak diye düşünürken, ben bas bas paraları leylaya bi daha mı geleceğiz dünyaya felsefemden yola çıkarak beye "Ortaköy'e House Cafe'ye gidelim iki yumurtya 50 milyon verelim" dedim ama beyin cimriliği üzerinde olduğundan "aaa sen ne zamandır istiyordun çiğ börek yersin" diyerek güzel bir manevra yaptı. "İyi" dedim "gönüller hoş olsun" Gittik, yol boştu tabii herkes tatilde olduğundan. Normalde akın akın akması lazımdı ergenlerin ikili ve beşli gruplar halinde o yola bu havada.

Neyse Ortaköy'den içeri adım attık bismillah, herkes köprüye bakıyor. Meğersem bir adamcağız atlamayadurmuş. Benim görüntüye kalbimin dayanamayacağını bilen bey "yok bişe yaa kuş geçiyor" ona bakıyorlar diye beni bir süre kandırmaya çalışsa da anladım kötü bişe var. Çaktırmadan kafayı çevirdim, bir baktım adam demirlerin dışında. Hemen çevirdim kafamı içim sızladı. Kafamı çevirdim bir baktım bir çift bayaa konser izlermiş gibi izliyor. Çocuk arkadan dayamak suretiyle kızı önüne almış. Kız da önde onu saran kollarını tutuyor. "Hatırlıyor musun kuşum sen bana sarılırken nasıl intihar etmişti adam? Ayyy bana sarılışın hala aklımda bebişim" diye birbirlerine anlatacakları bir anıya imza atiyorlar. İnsanlıktan çıkacakken banane dedim yaa bananeeee.

Oradan kaçtık bi süre sonra açlıktan bayılmak üzereyken beyin "ne yicazz yaaa" sızlanmalarına daha fazla dayanamayıp hadi hayatta kalmak için gözleme yiyelimde bitsin bu işkence fikriyle gözlemeye gönderdim beyi. Bu sırada her tezgahta aynı şeyleri satan Ortaköy esnafının tezgahlarını hızlıca turladım. Herkesin aynı boncuğu satarak para kazanmayı umduğu bu oluşum oldukça ilginç, mutlaka görün. Kitapçılara bakayım dedim. Kitaplarda aynı. En son 1999'da bakmıştım aynı kitaplar duruyordu. Kitap kurtlarına duyurulur. Gerçek anlamdaki kurtlara sesleniyorum. Yiyin o kitapları. Belki yerine yenileri gelir. Anlayamadım yani tam olarak oradaki olayı. Bir çeşit teşkilat mı olmuş oradakiler, maksat satış değil muhabbet midir? Belki gizli bir timdir. Boncuk satıcısı ve kitapcı olarak senelerdir orada duran insanlar acil bir durumda kurtarma ekibi olacaktır. Belki uzaylıları bekleyen bir tarikatlardır. Başka mantıklı bir açıklaması olamaz. O ekibi görün. Tatilinizin en ilginç durağı olacak.

Tezgahlara keyifli geziden sonra beyin bana aldığı peynirli gözlemeden ısırık almaya çabaladım bir süre. O kadar sıcaktı ki bir süre sıcak olduğu için tadını alamadığımı düşünsemde soğuduktan sonra da aynı tatsızlıkla karşılaşmak beni şaşırtmadı. Ortaköy'ün gözlemesini mutlaka deneyin. Yöresel tatların vazgeçilmezi hamurun kanınıza karışmasını istiyorsanız daha iyi bir yiyecekle karşılaşamazsınız. 15 ısırıkta ağzınıza ancak gelen 5 dandik peynir parçasından ilkine rastadığınızda altın bulmuş gibi sevinmenizde cabası. Bol sürprizli gözlemeniz Ortaköy'de sizi bekliyor.

Ortaköy'de mutlaka görmeniz gereken diğer bir yer ise iskelenin hemen önündeki bankta Ahmet Kaya şarkıları söylemeye çalışan arkadaş grubu. Yaşları 35 ila 40 arasında değişen, ancak orada incik boncuk satarken o kadar büyüdüklerinin, Ahmet Kaya'nın öldüğünün, sağ sol kavgasının bittiğinin ve ülkenin ılımlı islamla yönetildiğinin farkına varamamış bu arkadaş grubu 2010 yılında 1996 nostaljisi yaşamak isteyenlerin kaçırmaması gereken bir topluluk. Grup erkekleri entellektüellik derecesini erkeğin kadına ev işlerinde yardım etmesi gerektiği söylemiyle, kadınları ise tam bilmedikleri ama ısrarla söylemeye çalıştıkları kara tren, ağladıkça gibi şarkılarla belli ediyor. Onlara noolmuş tam anlayamadık aslında. 20 yıldır bir yerde mi kalmışlar. Bir deneye mi tabii tutulmuşlar büyük bir gizem. O kadar Ortaköy'e giderim ilk defa şahit oldum dün. Gerçi geçenlerde de Pejo içinde Alarma dinleyen kır saçlı bir adam gördük. Muhtemelen Pejo o modeli ürettiğinde yılın hiti Alarma'yı takıp tura çıktı ama bir daha eve dönmedi. Yıllardır o şarkıyla turluyor. Saçlarındaki beyazlar başka türlü açıklanamaz. İşte belki gizli zamanda yolculuk deneyleri için kullanılan böyle insanlar var biz bilmiyoruz.

Ortaköy turumuz böyle bitti. O arkadaş grubundan sonra daha burada göreceğimz ilginç birşey kalmadığına kanaat getirip kalktık ve bir dolmuş edasıyla dolmayı bekleyen halk otobüsünde halkın ter kokusuna karıştık. İstikamet yine Beşiktaş. "Beşiktaş'ta da gezilecek yerler var havalı Akaretlerde bir kahve içelim" diye çıkarken bir baktık tüm sosyete W Hotel'in önünde sohbete dalmış bile. Anlamsız sokak ortasında, arnavut kaldırımından geçen her arabanın devasa bir ses çıkardığı ortamda bile daralmadan kasılabilen zenginleri burada merakla izleyebilirsiniz. Biz çok izlemeden yanlarından geçtik. Nero'da kahve içmeye oturacaktık ki o araba sesine katlanacak kadar zengin olmadığımıza karar verip kahveleri elimize alıp aşağı sahile inmeye karar verdik. Sonra bey "ben elinde kahveyle görmüşler hafta sonu seni" dedirtmem kendime diyip almadı kahve ama ben aldım. "Çok da fifi" dedim.

Oradan eskiden ne güzel insanların kahvesinde oturduğu şimdi taşta cırcır olduğu iskele yanına gittik. Burası kavga eden sevgilileri dinleyebileceğiniz en güzel mekanıdır istanbul'un. Şansımıza bizimde hemen yanımızda kavga eden bir çift vardı. Keyifle dinledik. "Merve ben sana mail attım sen ne zaman cevap yazdın." "Ne bilim Korkut ben mailimi gördüm sen uyumuştun sonra mail attım" "Hayır ben sana mail attım üzerine mesaj attım sen ne zaman gördün o maili Merve" " Korkut mailimi sonra okudum bir baktım sen mail atmışsın sonra işte cevap yazdım ama geç baktım yani mailiime" "Merve ben sana ne zaman mail attım Merveee" " Korkut ben müneccim miyim nerden bilebilirim bana mail geldiğini???"

Belli ki Merve yalan söylüyor. Ne daraltıyorsun kızı. Götün yiyorsa terket "siktir işim olmaz seninle" de. Baktım kızı kaldırdı "kalk kalk ben sana göstercem maili" dedi. Merve de "ne gösterceksin acaba çok merak ediyorum" diyince tamam dedim bu kız kendini kurtarır peşlerinden gitme gereği duymadım. Yoksa yanımda öyle çirkin çocuğa kız harcatmam. Biz bir süre orada oturup bir de cigara tüttürdükten sonra kalktık o inci Beşiktaş sahilini farklı açılardan görmek için. Yolda çocuğun hala ben sana mail attım diye kızı darladığını gördük. Gideyim dedim kıza "kızım sana adam mı yok bu yamuğu ne dinliyosun iki saattir burda" diyip çekip alayım dedim ama sonra boşver dedim yaaa boşveeeer.

Sonraki durağımız Beer Point ve Beltaş gibi Beşiktaş'ın hip mekanlarının olduğu sahil kesimiydi. Burada götümüzü mindere koyacak bir mekan bulup pek sevgili arkadaşımızı beklemeye koyulduk. Arkadaşımız geldikten sonraki bölümü bize saklıyorum. Dost sohbetiyle her yer tatildir.

Bayram tatili süresince eğer gezebilirsem alternatif mekanları yazmaya devam edeceğim. Keza bu mekanlara hanım bir hava alsın diye çıkarılmış durumdayım. Aslında hava ve dünya çok güzelken de ben pek onlarla ilgilenemedim. İnsanlara takılmayı yeğledim. Çünkü dünyanın çok güzel olması bana dokunuyor bu ara. Nedenini rahatça telaffuz etmeye başlayabildiğimde açıklayacağım umarım. Ama şimdilik kalbim taşıyamayacağım kadar ağır ve aklım bambaşka bir yerlerde geziniyor. Ama uyuz olabiliyorsam bu benim için ciddi bir yaşam belirtisidir.

10 Kasım 2010 Çarşamba

atatürk ölmedi fotoşopla yaşıyor


Türk basınının keskin zekası: Öteki dünyadan 10 kasım mesajları.
Şizofreninin boyutunu tahmin etmek güç gerçekten. Acı bir hatırlatma olacak ama 1938'de öldü Atatürk.

Hu huuu öldü öldü. Yok artık. Birşey yapamaz oralardan. Rahat bırakın.

Mesajları okuyamıyorsanız linke gidiniz.

http://www.haberler.com/sozcu-gazetesi/

4 Kasım 2010 Perşembe

varyap: korku dolu bir yuva!


Annecim dün karanlık gecede izlediğim Varyap yapı reklamı beni çok korkuttu. Yatarken duaları küçükten büyüğe okudum yattım.

Küçük kızın o puslu sesiyle yavaş yavaş şarkıyı söylemesi.Kutuların gizemle siyah ekran üzerinde dönmeye başlaması. Hiç bina silüetine benzemeyen yapılar.

Çok korkunç bir site olmuş ordan hayatta ev alınmaz. 3+1 testereli daireler, 2+1 Freddyli, 1+1 harika The Ring stil döşenmiş. Hepsi ebeveyn katilli.

Geceleri o küçük kız dolaşıyor sitede. O şarkıyı söylüyor. Site bekçisi de katil. Spor salonuna iniyorsun işkence salonuymuş meğersem.

Ya gece gelirse o Varyap kızı...

Bir iki üçler Freddy Varyap'ta beeekler
Dört beeş altııı Freddy bacağından yakaladııı
Yedi sekiz dokuuuz kardeşini yedik tokuuuz

(Son satır olmadı yeaa. Psikopatı yemeğe davet etmişsinde "ayy çok tokum yerim yok valla" dermiş gibi oldu. Neyse yine de korkunç. Zengin kafiye her zaman tutar. Bkz. Serdar Ortaç)

Reklamı izlemeyenler aşaada izleyebilir. Soldaki videyo:
http://www.varyap.com.tr/tr/50/galeri/videolar/varyap-meridian-42.htm

2 Kasım 2010 Salı

pamela endırsın mı kaldırsın mı?


Koskoca bir neslin erkeklerine sevişmeyi langırt oynuyormuş gibi evirip çevirme olarak gösterip yanlış öğretse de, kadınlarına erkeklere sırf "of ya senin alette kocamanmış mafoldum valla" mesajı vermeyi amaçlayan ve hiç gereği olmayan bağırınmayı aşılasa da, abazanların sokaklarda pipilerinin üstünde yürümesini tek başına engellemiştir bu saate kadar Pamela Anderson. Tüm dünyanın libidosunu başarıyla yönetmiş, büyük savaşları ve felaketleri önlemiştir. Bunu hiçbir alet kullanmadan sadece meme, mumuş ve götle yapmış olması ise ayrıca önemlidir. Hepsi bedava.

Uzun süreden beri de sadece hayvan hakları, kadın hakları, meme kanseri vs için soyunuyor üstelik. Yani bir ayak çukura yaklaştıkça hayır işlerine verdi kendini de diyebiliriz. E kolay değil tabi senelerce günahların en büyüğüne mesai harcadıysan, zekatını fitreni babydollere yatırdıysan ayağı çukur için kremlemeye başladığın yaşlarda götün atmaya başlar ufaktan.

Diğer yandan onu biz bilemeyiz tabi. Kimbilir belki bir insana çok büyük bir hayrı dokunmuştur. Biz onu porno starı bilirken o aslında çok iyi kalpli bir insandır. Sevişmesine göre değerlendirmemek lazım.

Gerçi herkes böyle düşünmüyor. Mesela geçenlerde bakmış Pamela Endonezya'da yine felaket var "ayyy kıyamaasss" diyip hemen para yardımında bulunmuş. Ama Endonezya'daki kökten dinci kesimler istemeyiz biz o orospunun parasını diyip geri çevirmişler teklifi. E silahtan uyuşturucudan gelen paraya ok ama seksten gelen paraya olmaz.

Az mı emeği var bu kadının üzerimizde, haksızlık etmeyin, tüyü punk alınmış pornocunun hakkını yemeyin.

andırıyor diyelim



Küçükken tuvalete her girdiğimde selam verdiğim hatta uzun kaldığımda muhabbete durduğum, tuvalet taşında yer alan iki insan silüetim vardı. Biri şapkalı bir kadına diğeri de uzun kafalı bir çocuğa benzerdi. İşte öyle "nasılsın teyzecim, nasılsın uzun kafa, iyi işte bende napiim kakamı yapıyorum. Bugün matematik sözlüsü var 6ları ezberledim sayıyim mi? 6 kere 1 altı, 6 kere 2 oniki" şeklinde sohbetler ederdik. Sonra babamın klasikleşmiş her eve uygulamayı bir tutku haline getirdiği "bu tuvaleti genişletelim banyoya katalım" projesiyle ayrıldık kendilerinden. Bayaa üzülmüştüm. Ne yapıyorlar şimdi acaba?

Bu durumu ben birkaç kişi bana benzer şeyler anlatana kadar kimseye anlatmadım tabi toplumdan ihraç edilmemek için. Neyse sonra büyüyünce de geçti zaten. Hiçbirşeye o kadar uzun bakacak zamanım olmadı daha doğrusu. O durum hayalgücünün yanında bir mesaidir çünkü. Uzun uzun bir yere bakman gerekir ya da devamlı olarak. Sonunda o şekil eğer bir kalas değilsen illa ki sana birşeye benziyormuş gibi gelir. Mesela sevgilinize bakın uzun uzun, bir süre sonra "ulan aslında kaşların sarımtraklığı hafiften Brad Pitt'e benziyor ha'ya kadar gider olay. Ya da tahtaya bakın uzun uzun ama kimsenin görmeyeceği bir yerde bakın toplumdan ihraç edilmemek için. -toplum önemlidir çünkü- Birileri "hello canım" der size muhakkak.

İşte buradan nereye geleceğim, doğuştan sarışın araştırmacı Ferdi Yılmaz - Araştırmacı lafına ayrıca hastayız, neyi araştırdığımız belli değil. Her an herşeyi araştırabiliriz- İstanbul Boğazı'nın dünyanın en büyük silüeti olduğu iddiasında.

Peki silüet kime benziyor?

Ferdi'nin kayınpederine değil tabi ki. "Bakın bakın İstanbul Boğazı kayınpederime benziyor" sadece aile içerisinde heyecan yaratacak bir haber olduğundan boğaz silüeti, toprak erezyonu göze alınırak ve %3'lük bir burun eklemesiyle Fatih Sultan Mehmet'in tıpkısının aynısı. O da yani Fatih'in burnu tabii yaşlıyken düşmüş biraz, gençken silüetteki burun o nedenle daha dik. Ayaklar Zonguldak, sırt körfezde kesilmiş. Kaftanı üstünde. Görün bunları. (bkz. Bakmak ve Görmek makalesi, İlkokul 3)

Aratırmacı Ferdi Yılmaz tezini, silüeti ve Fatih'in fotoğrafını yanyana getirdiği dandik fotoşop çalışmalarıyla da destekliyor. Ama sadece bu yetmez. Muhteşem tez Devlet Bahçeli tarzı bir numarolojiye de dayandırılıyor: Fatih istanbul'u keşfettiğinde kaç yaşındaydı? 21. Kaçıncı yüzyıldayız? 21. yüzyıl. Hangi yıldayız? 2010. Bakın 21 21 21. Bu tesadüf olamaz.

Şaşırdık mı? Şaşırmadık. Araştırmaya gerek yok. Boğaz kimin silüetine benziyor sence diye sorsalardı ilk 3 cevabımın arasında Fatih Sultan Mehmet vardı zaten. Diğerleri RTE ve Kemal Atatürk olurdu. Kime benzeyecekti ki? Bana mı?

Gerçi bana da benziyor biraz. Birden bakınca andırıyor. Ağlayıp şişince böyle birşey oluyorum bende.

1 Kasım 2010 Pazartesi

bir kedi yeter!



Bayılıyorum geyiğe yeaa.. Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter. Hele kediniz geyikçiyse bir ömür nasıl geçti anlamazsınız.

27 Ekim 2010 Çarşamba

kanye west'ten "guş gızın dramı"



Bizdeki Mahsun Kırmızıgül'ün ABD şubesi Kanye West'in başyapıtı Runaway'i tam hayatımdan 34 dakika vererek izledim. Dün ki İnception'da eklenince bayağı boşa gitmiş üç saat neredeyse. Bu nedenle izlemeye üşenen varsa ben konuyu burdan hayır olsun diye yazıyorum.

Videonun başında Kanye West ormanla içiçe pek bohem evine son model arabasıylan giderkene yolda kuş kadın gibi bi mahlukat kafasına düşüyor. "Noluyor lan AMK uzaylısı mı düştü daş var mı daş" diye arabadan inen Kanye bi görüyo ki uzaylının göt güzel bi süre izliyor. Sonra diyo ki ben bunu alim eve götüriim belki sikerim. Neyse sabah oluyor kuş kadın silkinerekten kalıyor kanepede. Kanye delikanlı, rızasını almadan dokunmamış kıza. Böyle uzaktan "vay yarabbbim sen nelere kadirsin guş olmuş gız yaa tövbe yarabbi dağlara taşlara" bakışıyla süzüyor bunu.

Kızı hayvanat olduğu için bahçeye salıyor. Kız tabi köy hayatını şehirde yaşamak isteyen Kanye'nin kuzuyla ceylanla dolu bahçesinde hayvanatla tanışıyor şaşırıyor vs. Sonra Kanye buna acıyıp bi lunaparka falan götüriim misafirimdir canı sıkılmasın diye büyük Michael Jackson şişme bebeğinin olduğu bir alana götürüyor. Havai fişekler vs. Kanye mesaj vermeye çalışıyor ama kuş kız dahil hiçbirimiz anlamıyoruz.

Neyse sonra bu kıza aşık oluyor. "Kuşsan kuşsun kimse karışamaz karım yapacağım seni, koluma takıp New York'ta gezeceğim" diyip, sadece beyaz giyilecek bir yemek daveti veriyor. Tabi beyaz giyen zencilere yine beyaz giyinen beyazların hizmet etmesi de gözden kaçmayan ayrıntılar arasındayken, kız etraf tarafından hiç iyi karşılanmıyor. Kadınlar "ayyyy mahlukatla evlenecekmiş tüüü" bakışları atarken herifler "olsun guş muş memeler güzelmiş" diyor içinden. Bu sırada manitayı etkilemeye çalışan Kanye, hangara yerleştirdiği piyanosunun başına geçip birşeyler çalıyor ki ne kadar kültürlü tüm dünyaya ve uzaya ispatlasın. Piyanoyu duyan baletler koşar adımlarla gelip hemen dans etmeye başlıyorlar. Çünkü zenci olsa da ezilmiş olsa da baleden de anlar bir zenci, piyanodanda.

Sonra yemek sırasında kız tam "aa o yemek ne, bu çorbada ne var" derkene sen kızın önüne doldurulmuş kuş getirmesinler mi yiyecek olarak. E Kanye'cim yemek verip menüye bakmazsan ne var diye olacağı bu. Kuş kız başlıyor bağrınmaya tabii. "Ayyy inanmıyoruuuuum kuş mu yiyorsunuz siiiiz" diye. Kanye aha sıçtık tam da tav olmuştu diyip başını ellerinin arasına alıyor bir süre. Sonra neyse ki "yaa ben onu sana hoşluk olsun diye yaptırdım tabii ki yemeyecektik, heykelini yaptırdım ben senin" diyip bunu bi şekil ikna ediyor. Kız da "iyi peki madem" diyip bahçede takılıyor yine bi süre.

Akşam olduğunda ise kuş kız diyorki "biz ayrı dünyaların mahlukatıyız, beni sana vermezler uçmam lazım benim" diyor. Kanye "hayatta olmaz karım olacaksın" diyor. Olursun olmazsın derken "bir kere sikseydim" diyor Kanye yatırıyor kızı. Doğru saydıysam 3 posta gidiyorlar. Bundan sonrası zoofiliye girer.

Neyse Kanye çorapsız makosenleriyle sabah çatıda uyanıyor ki kuş kız gitmiş. "Vay anaam" diyip ormanda peşinden koşturuyor ama nafile kız göklere yükselmiş bile. Artık gece nasıl korktuysa üstüne de memelerini kapatan demirden bir memelik takmış. E haklı tabi. Yanlışlıkla düştü, kızı akşamına zencş sikti.

Bu şekilde film bitiyor işte. Kanye West'in tadından yenmez kısa filmi. Bravo yeaa. Seni oturduğum yerde ilk önce yavaş yavaş başlayıp sonra ritmi hızlandırarak ayakta alkışmaya başlıyorum. O nasıl sanattan anlamak, o nasıl ince mesajlar vermek.

Tüm karelerde ezik varroşş bakış açısını görebilir, gördükçe hey allaam diyebilirsiniz.

Buyrin diyin, link aşağıda..

http://www.youtube.com/watch?v=O7W0DMAx8FY

26 Ekim 2010 Salı

zombi mazlumder ortaköy buluşması


Bugün orta yaşına yakın olanların çocukluklarında ömürlerinin yarılanmasına neden olan bir tip varsa o da zombidir. Gerçek anlamda bir zombi nesliyiz biz çünkü. Yaşayan ölülerin dönüşünü izleyip, tuvaletten zombi çıkacak korkusuyla kardeşinin altına işeyip sabah " hiiii anneeee Merve altına işemiiiş" diye numara yapan çok insan vardır. Kimse onlar artık?

Öyle evet, çok korkardım zombiden. Bir numarada Ankara'dan beni bulmak için trene binen kurt adam gelir, ikinci sırada tuvaletlerde bekleyen zombiler. Annem böyle filmleri pek izletmezdi bize yarım akıllı oluruz diye. Ama sevgili o zaman gençliklerinin tavanında olan dayılarım dünyayı dar ederlerdi. Freddy olsun, zombilerin şafağı olsun, thriller olsun üst üste izletip psikolojik test yaparlardı üzerimde. Büyük dayım "ananenin evinde tek başına bi gece yat sana 100 milyın vericem" gibi geri çevirmesi bir çocuk için zor olan tekliflerde bulunur, muhabbet yine annemin "lütfen çocuklara böyle şeyler izletmeyin kaç kere dedim" sözleriyle bölünür, gece yatmadan önce "yapabilir miyim lan acaba?" sorularıyla uykuya dalardım. Hala içimde derttir, yatardım halbuki. 100 milyonada offf bi sürü minik renkli kolonya, telli araba, topuklu takunya ve leblebi tozu alabilirdim.

Sonra bir arkadaşım vardı Gülsüm. Şimdi evli mutlu çocuklu, zombi taklidi yapardı herkesi ağlatana kadar. "Beyiiiiiin taze beyyiiiiin" diye pis pis dolaşırdı evin içinde. "Tamam Gülsüm bak ölümü öp nolur" diye yalvarırdık sussun diye. O da "eveeet ölünü öpüceeeem" diye uzatırdı. Annecim, şimdi yapsa yine refleksle ağzına çakarım. Pislik.

Neyse o zamandan bu zamana zombileri türlü tarihlerde tekrar tekrar mezarlarından çıkarma girişimleriyle karşılaştık ama hiçbiri çooook etkili olmadı. Çocuklarda etkilenmiyor eskisi kadar. Ne de olsa her biri Resident Evil boy. Çekirdek gibi patlatıyor şimdi ki bebeler zombileri valla. Bizim gibi boklu yaşayan ölüler nesli değiller. Ben bi kere oynayayım dedim zombi ısırdıkça elimdeki alet titredikçe annecim ya bu akşam bu zombiler gelirse diye düşünmeye başlayıp kapattım. Küçükten büyüğe duaları okudum, öyle yattım.

Peki Coşkun Sabah soruyor: Bu anılar neden canladılar? Sabah gördüm, kült The Walking Dead çizgi romanının dizisi Türkiye'de Fox aracılığıylan oynamaya başlıyormuş. Fragmanını izledim dizinin midem kalktı makyajlar falan çok başarılı. Ama gel gör ki bu sabah ki Türkiye tanıtım videosunu izledim bayaa dandik. Birkaç kişinin üzerine ketçap sıkıp Ortaköy'e salmışlar. Tipler zombi gibi değilde az önce namus meselesi yüzünden meydan dayağı yemiş gibi yürüyor.

Sokak çocuklarına verseydiniz 5 milyon makyajsız oynarlardı. Ya da bizim Gülsüm. Söylesenize zombiye ihtiyaç var diye. Çoluk çocuğa karışıp zombilik kariyerini yarıda bıraksa da Türkiye'nin en iyi zombisidir o. Kasede çekmiştik onun taklidini hatta. Dinlemeye bile korkarım ortam bir korku filmine dönüşecek diye. Birkaç arkadaş geçmişten kaset dinlerken tokmalı saatin çalmaya başlayıp şeytanın gelmesi fenomeni vardır birde hayatımızda çünkü. Hatırladın?

Bu arada az önce yeni zombiler şehre dağlıyor videosu eklenmiş. Türk insanın herşeye olduğu gibi zombiye olan kayıtsızlığı beni mahfetti. Bi tek Japon korkmuş, o da Japon olduğu için. Yeaa Türk halkını gerer mi bu yeaaa. Bizim marketçi çocuk bizzat zombi ki. Hergün selamlaşıyoruz.

Bugünün neşesi videolar için aşaa pls..

http://www.fxtv.com.tr/diziler/thewalkingdead/videolar/the-walking-dead/zombi-istilasindan-son-goruntuler/149

25 Ekim 2010 Pazartesi

bir kedi yeter!


Hayatı ve kafaları ve pazartesileri güzelleştirmek için bir kedi yeter. Aynen böyle bilgisayarın üstünde uyuyasım var. Sıcakta olur o rınrın fan titretir. Kedi olaydım.

20 Ekim 2010 Çarşamba

memleketimizin şeytanı


Ozlem Tekin - Cinayet
Yükleyen sayit. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

Nostalji programı izlerken 1999 yılının hitlerinden bu şarkının ve dolayısı ile Özlem Tekin'in bahsi geçti. Sen o kadar şeytan kostümü giyin, DJ'in sayko kılıklı olsun. Söylediğin şarkıya bak bir de, bayaa TRT dizi cıngılı. Ne yapsa olmadı bu kız. O kadar Amerikalarda doğmuş o kaşlardan burun ve dudaktan yırtamamış.

Yine Urfalı şeytan şeytan, Mardinli şeytan şeytan, nişan yüzügün yaptırdım Entepli şeytan şeytan.

Laf diyecek olanlar ilk önce TRT'deki programındaki kıyafetlerinin izahını yapsın bir vesikalık ile birlikte. 2010 yılında mikili tişört giydi gördüm.

19 Ekim 2010 Salı

peki saçlar hazır mı?



Çok korkunç bişe oldu demin. Her hemen çalışmaya başlamak istemeyen vatandaş gibi sabah haberlerini okumak için dablu dablu yapıp haber sitelerini ziyaret ederken Binali'nin sallanan köprü için " e ne düşünüyordunuz asma köprü bu tabii ki sallanacak sonuçta iki ip tutuyor" dediğini okudum. Yeminle bu olay hakkında dedim ki iki gün önce yeeaa çıkıp diyecekler ki "tabii ki sallanacak asma köprü bu, iki ip tutuyor köprüyü" Şimdi bu iki anlama geliyor. İlki Binali bize hayatta hiçbirşeye şaşırmamayı öğretti. İkincisi gittikçe ve sistematik olarak Binali'ye dönüşüyoruz, onun algı kapısından içeriye bismillah'la girmiş bulunduk.

Binali bir de zeki bir örnekle açıklıyor durumu. -Çok güzel örneklerle anlatır Binali, anlatımı kuvvetlidir.- “Elektrik direkleri sağa sola yaylanıyormuş. Elektrik direkleri aksesuar. Mesela saçın rüzgarda sağa sola savrulursa... Onun gibi bir şey. Ama kökü orada direğin. Hiç milleti paniğe kimse sevk etmesin, her şey yolunda”

Şimdi anladınız mı? Ahenkle dans etmiş elektrik direkleri. 100.000 kişi yıkamış çıkmış.

Bir de neymiş sistem uyarı veriyormuş. Yeaa atmayın din kardeşiyiz. Ne sistemi yeaa. Biz o sistemi biliyoruz. Bu ülkede ulaştırma bakanlığının görevi vatandaşlarını güvenle dualarla hakkın rahmetine ulaştırmak. Yemeyelim birbirimizi Binali'cim.

En çok japona üzülüyorum. Yıkılsın o köprü Binali "çekik gözlünün yaptığı bu kadar olur, Türk inşaat şirketlerinin başarısını dünya biliyor. Aslanlarımız 2 katlısını dikecek aynı yere. Ölenlerin ailelerine baş sağlığı dliyoruz." diyecek, faturayı japona kesecek. Halbuki adamlar her yıl uyarırdı, baktılar sikine saran yok vazgeçtiler "ço kda ski mei di" diyip bıraktılar ellerimize kocaman köprüyü.

Tabii bu konuda tek bilimsel açıklamayı yapan Prof.Dr.Ahmet Vekif Alp'in açıklaması içinde "rezonans" gibi gay bir kelime geçtiğinden hiç kaale alınmadı. Saçlarla anlatsana bize Ahmet'cim, kökü sende desene.

Neyse o gün ordaki 100.000 kişinin boğazın derin sularına karışması yazılsaydı alınlarına karışırlardı. Herkes alnına ne yazılmışsa onu yaşayacak ne bir eksik ne bir fazla.

O nedenle seneye ki koşuya yine hazırız. Peki saçlar hazır mı?

17 Ekim 2010 Pazar

padişahım olsan sana doya doya baksam



Hani romantizm denen şey kadınla erkek arasında bir şeymiş gibi algılanır ya hep. Ama bir takım erkekler arasında kadına duyulacak romantizm -ayıp kaçabileceğinden olsa gerek- güle, örümceğe, Fatih Sultan Mehmet'e, taşa yönlendirilir. En büyük hayalleri arasında sevdiği insanları Fatih'in İstanbul'a girişi esnasında yanyana görmek vardır mesela.

Misal ben minibüste otobüste giderken rock star olduğumu hayal ederim. Sahnedeyim karşımda 100.000 insan nasıl havalıyım saçlar başlar, yerelere tükürüyorum öyle cool bi insanım. İşte bunun o bünyedeki karşılığı o gün Fatih'le İstanbul'u fethetmişiz, surlardan girmişiz, yere göğe sığdırılamayacak tarihi birlikte yazıyoruza tekabül eder.

En son örneğini dün gördüm. Erdoğan'ın konuşma yapacağı salonun girişine asılan Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'a girişini anlatan tablodaki karakterlerin yüzlerine fotoşopla Erdoğan'ın, eski ilçe belediye başkanının ve binayı işleten şahsın yüzü monte edilmiş. Tabi başbakan farketmemiş, kimse de korkusundan söyleyememiş. Ama Erdoğan başka birşeye sinirlenip ana avrat gidince "ulan fotoşoplara mı kızdı yoksa ben demiştim sana mevlüt hiç iyi fikir değildi bu" diye birbirlerine bakmışlar belediye çalışanları. Sonra öğrenmişler ki başbakan görmemiş başka birşeye sinirlenmiş, ohh çekmişler. -Halbuki başbakan görseydi davayı basardı. Yakında yasaklanacaklar listesinde youtube'dan sonra geliyor fotoşop.-

Ancak yine de bu fotoşop çalışmasıyla kariyerinde büyük bir adım atacağını düşünen grafik tasarımcıyı kutluyoruz. Gerek cesareti gerekse romantizmi takdir görmeyi hakediyor.

Bu tasarımcımız yaşlanınca ağlamaya da başlayacak mıuhtemelen. Hassaslaşacak gitgide. "Fatih girmiş surlardan 100.000 atlıylaaa" derken dudaklar titremeye başlayacak, sonu gelemeden hikayenin göz yaşlarına boğulunacak. Kıyamasss

Erkekler ağlamaz sanmayın, Ömer Döngeloğlu izleyin.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul'a giriş sahnesini fotosunu aynen koyuyorum. Fotoşop'a gerenk yok yapılmış zaten.

12 Ekim 2010 Salı

dandik hediyeler listesi


Yukarıda mizansenlerle kendimi eylediğim robotlardan gundam yani maganda olan çok sevgili arkadaşımın hediyesidir. Ameliyattan sonra 1001 parça halinde olan kendisini birleştirerek zaman geçirmiş ve en sevdiğim robotlardan birine sahip olmanın mutuluğunu yaşamıştım. Hayatımda aldığım en güzel hediyelerden biriydi.

Şimdi nereye geleceğim. Her hediye böyle güzel olmaz. Özellikle son dönem minik olsun şık olsun tribi niceleri şaşkınlığa sürüklemiştir. Karşındaki kocaman havalı bir karton poşetin içinde kocaman bir kutuyla gelir. Siz "ulan ne aldı acaba koccaman kutu bu ne çıkacak içinden" diye heyecanlanırken içinden bir tütsü bir de kart çıkar. Şaşkınlığınızı nerenize sokacağınızı bilemezken "ayyyyy caaaanııımmm ne gereği vardı harrriikaa" cümlesi biliçsizce çıkar ağızdan. Arkadaşlığınızı koruma altına almaya çalışan beynin otomatik tepkisidir bu. Aksi takdirde "bu ne lan sik gibi bu mu çıktı bu kutunun içinden" demek gerekir ki çoğu toplumda ayıp karşılanır. Ama insan üzerinde stres yaratır bu hediyeler. Onlar hediye değil tanrının gazabı gibi üzerinize yapışır. Hediye olduğu için atsan atılmaz satsan satılmazdır. Öyle sizinle yaşar.

Böyle hediyeler için intikam iade-i hediye listesi hazırlamıştım bi zaman. Kötü kalpli bir insan olduğum için boş zamanlarımda böyle listeler hazırlıyorum. Bir numara favorimdir. Birgün size alırsam bilin ki amacım intikam almak ve yüzünüzdeki o sevincin sahtekarlığını izleyerek acılarımı bir nebze hafifletmektir.

Dandik hediyeler listesi:

1- afrika maskesi
2- tütsü
3- mum
4- zenci cazcı biblosu
5- yöresel kıyafet / çarık
6- kedili fotoğraf çerçevesi
7- sırt kaşıma aleti
8- baskılı kupa
9- kitap (evet kitap en iyi hediye değildir ama 9. sırada en kötüsü de değil)
10- borcam

11 Ekim 2010 Pazartesi

bir kedi yeter!


Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter! Siz hala almadınız mı? Poşetleyin alın. Bende alıcam. Patti'yi unutmanın zamanı geldi. Fotolarına bakıp iç geçirirken gençlik gitti elden.

Bi kilo versene ordan tüylü olsun.

7 Ekim 2010 Perşembe

ece gürsel'e maldivlerde tıklayın! ya da öyle birşey


Dediler internette kadın pazarlıyorlar. Hemen bonemi takıp surfe başladım. Amacım projeyi görüp hemen ulaştırma bakanlığına şikayet edip siteyi kapattırmaktı. Gerçi en son kim kapatıyordu interneti kesinleşmemişti.

Neyse bir baktım ki olay Ece Gürsel'le Maldivler'de tatilmiş. Aslında Ece Gürsel'e timsah gelmez. Ama o anasayfayı gördükten sonra facebook'ta o mesajı çüküyle yazıp 4688'e gönderecek 1 milyon abazan bulabilirim grubu açabilirim. O nedenle kampanya başarısı şimdiden o gençlerin malum sıvılarıyla duvarlara yazıldı sayıyorum.

Diğer yandan olayın özüne gelindiğinde bayağı kontör karşılığı hatun veriyoruza geliyor ki %58 olsam hiç hoşuma gitmez.

Yakında "Merve'ye tıklayın, tıkladıkça rahatlayın. Tıklayan herkese anında peteçe!" gibi şahane projelerde bekliyoruz opretatörlerimizden.

Youtube'da sakıncalı videolar var ama Merve'ye tıklamakta sorun yok çünkü.

-Çok pis oldu bu yazı yeaa 18 yaşından küçükler okumasın, okuyan varsa unutsun hemen-

Ece Gürsel'le Maldüvler'e sabaha kadar tıklamak isteyenler aşağıdaki linki copypaste yapsın. Ben blogumdan kadın tıklatıyor dedirtmem kimseye.

http://www.eceyletatil.com

3 Ekim 2010 Pazar

1979'dan beri karanlıklar prensi


Perşembeden beri 1979'dan beri karanlıklar prensi olan Ozzy Osbourne'u yakından görmenin, boğaz havasının gaz yapmış olması ihtimaline ortak olmanın mallığı içerisindeyim. Yani mallık da değilde bir garip hal. Tarif edemiyorum. Her gece Ozzy gelsin istiyorum. Birlikte kebap yemek, ona şakalar yapmak, bayramlarda birlikte bozcaadaya tatile gitmek istiyorum. İstiyorum ki hiç gitmesin. Heryerde onu görüyorum. En son Patti Smith'te böyle olmuştum. İlk gece konserden döndükten sonra içimdeki duyguyu koyacak yer bulamayıp orta sehpanın altında yatmıştım bi süre. Çok garip gelebilir ama bence çok garip değil. Sonra ikinci günde izlemeye gidip bayağı daattım kendimi. İşte sonrasında aynen birkaç gün nereye baksam Patti Smith'in o bıyıklı gül cemali gelmişti önüme. Sonra Marianne Faithfull'la el sıkışırken etrafımda bir karadelik oluşmuş "ulan bu el hangi rock starlarını sıvazladı diye düşünürken" Türkçe "hoşgeldiniz efendim" demiştim. Kadında "ha? sorry?" demişti. Efsane görmek böyle birşeydir çünkü. Adamı çarpar. Bu nedenle ancak pazar gününe konseri yazabiliyorum. Gerçi haşa konseri yazmak ne demek Ozzy'e laf söyleyecek değilim. "Muhteşemdi" bu konserin rewiev'i ancak bu kadar olur. O nedenle ben malesef fizik şartları gereği artık tatlı bir anıya dönüşmüş o günü anlatayım.

Günün öncesinde tam bir hafta davetiye aradım. Beleşçilikten değil. Dünyanın en az kazanan yazarıyım. Ay sonu ve beş milyar borcum var. Hz. İsa indi saha içi 100 sahne önü 200 deseler yine gidemem yani öyle bir durum. Ki buna rağmen beyle olmadı neyse parası veririz borcumuz olur 5.200 demiştik. Neyse ki son gün Hızır A.S. Sarp Dakni kılığında yetişti. Kapıdan alırsın biletleri dedi ve heyecan başladı tabi. İşten çıktım beye dedim "Alayım seni Taksim'den taksiyle" "Tamam" dedi bindim gidiyorum. Taksime yaklaştık yoldan aldık beyi. Bey beşlik simit gibi gülüyor. "Ne oldu?" dedim. Bir konuşmaya başladı. Alkolün kokusundan göz gözü görmüyor. Komanın sınırında. Neymiş arkadaşlarla gaza gelmişlermiş miş şat yapmışlarmış mış. Şimdi dedim bi şat da ben yapsam kan gelse. "E dedim benim bacak malum, ben yalnız gidemem, sen komanın sınırındasın nasıl gidicem ben bunu nasıl yaparsın!!" "Yeaaa dur ben kendime gelirim diyor ama yook diğer yandan camı açıp uca yapışıyo ki kustu kusacak. "Heee" dedim ben anladım plan B. Hemen aradım benim sisterı dedim uçarak geliyorsun konserin başlamasına kalmış 20 dakka ben taksimdeyim. Aynen uçarak geldi sağolsun. Ben beyi eve götürüp kusmuğunda boğulmasın diye yüzüstü yatırıp topal bacağımı çekerekten konsere koşturdum. Tabi Ozzy'cim başlamış. Gece yarısı olmadan yatakta olması gerektiğinden yüksek ihtimal 9'da çıkmış sahneye. Yakışır.

Mr. Crowley'de ordaydık. Çok öne gidemedik tabii. Milletimiz sevgiliye arkadan yapışmak suretiyle yuvalanmıştı. Sahneyi görecek kıvama geldiğimizde durduk. Ozzy'cim yaşına ve bir dönem kanında alkol ve uyuşturucu dönen birine göre çoook iyiydi. Orada ki birçok kadayıftan daha hareketliydi. Klasik eller havaya hareketleri, "ı m fuckin love you, god blessed as all" gaz laflarıyla gönül aldı, gaza getirdi. Sesini fazla çıkışa gerek bırakmadan gayet yerinde ve güzel kullandı. Laf eden varsa Beşiktaş lisesi önünde buluşalım. Herkes oturup ben 63 yaşında nasıl bir kadayıfa dönücem diye hayal etsin. Ondan sonra ağzını açsın. Ağzını kırarım. Neyse Suicide Solution, War Pigs, Iron Man derkene ışık hızıyla geçti zaman. Ya da bana öyle geldi. Yarı bilinçsizdim. Yanımda kıpırdamadan durabilen insanlara inanamayarak tek bacağımın üstünde zıplayabildiğim kadar zıplarken sağ omuzumda Dr. Tahsin belirip "Arzucum dizini fazla yormanı istemiyoruzzz. Metal konserlerinde kendini dağıtmanı istemiyoruzzz." dedi bi kaç kere. "Evet haklısın" diyip kendimi durdursam da Paranoid'de "sıçarım bacağıma da tahsinine de" diyip, kafayı kırdım. Sister'ın kolunu morartmışım. Konser çıkışında "Ne biçim sıktın kolumu morardı resmen" dedi. Dedim "Saçmalama lan ittirmişimdir en fazla" Bi baktık sonra morarmış hakaten. Nasıl bir hayvana dönüştüysem artık.

He diğer yandan hadi benim bacağım problemli o gelen 9 bin kişinin nesi vardı. Eskiden dandik metal konserinde bile en az 10 kişinin kaşı açılır, saçı sigaradan yanardı. Gerçi bu konserde 9 bin kişiden ancak bini uzun saçlıydı. Geri kalanlar kel kalmış eski metalcilerden oluşuyordu. Sahne ışıkları yandıkça kafalar parladı, konser alanı aydınlandı. Ama kel olmak dağıtmayı, iki heyecandan itişmeyi engellemez. Yanımdaki ağır kel abi, Ozzy fuck you mak yu diyince bende fuck you toooo diye bağırınca ve sokak çocukları gibi parmak ıslığı çalınca çok rahatsız oldu mesela. İyi de kelcim, klasik müzik konserinde miyiz? Sen kelsin diye şimdi biz de mi ağır olalım. Çok yanlış. Seyirciyi beğenmedim ben diyeceğim ama şoktan da olabilir. Bünye kaldırmıyor bazen çünkü. Sen senelerce bekle askerliğini yap, çoluğa çocuğa karış, gençlik ilahın karşına çıksın. Bir afallarsın tabi. Ama olsun lütfen bir sonraki efsane konserinde -ki Kiss olur herhal- lütfen acık daha çaba gösterelim. Büyük bir heyecanla bise bile çağıramadıktan sonra 10 bin kişi toplanmışsın ne işe yarar. Herkeste Ozzy gibi tonton amca çıkmaz. Sahneden işer valla ters adama gelirsen.

Neyse konserin son şarkısını bacak korkusuna kapı önünden dinledim. Sonra hemen koşar adımlarla boş olan ilk taksiye atlamak umuduyla kendimi dışarı attım. Ama ne mümkün. Gidilecek yöne uymuyorsan yine kaldın yolda. Bir tane taksici neyse "abla 20 ver götüreyim" dedi. "Ulan" dedim kısa süre ama sonra çok mutlu olduğum için ve de yürüyemeyeceğimden tamam dedim bindik. Binince dedim taksiciye "Siz de böyle güzel buluyorsunuz konser günü yolunuzu ha bravo". Taksici de hiiiç istifini bozmdan yavvvşak yavvşak gülerek "ee abla kurt puslu havaları sever" dedi. Normalde insanlıktan çıkmam lazımdı ama "hahaha şakacı seni" dedim 20 milyona geldim 5 milyonluk yolu.

Eve geldim bey ayılmış. Ayıldıkça üç şat için Ozzy konserini kaçırdığı gerçeği beynine vurdukça kahroldu ama nafile. Dedi "Hiç aramadın ya ben ölsem burda"."Aaaa" dedim hakaten ya ölse allah korusun. Arkamızdan kimse ağlamaz. İbret hikayesi olur. Çocuk içkiden komaya giriyor, onu evde bırakıp metal konserine giden mavi saçlı pis karısı onu hiç aramıyor. Vakit gazetesi manşet: %42'nin sonu. Halbuki gayet normal bir aileyiz.

Son olarak Ozzy'nin nasılda tatlı bir insan olduğunu World of Warcraft reklamını izleyerek anlayabilirsiniz. Gayet normal bir karanlıklar prensi. Şakacı.