30 Kasım 2010 Salı

betonun zerafeti


Tüm insanlığın 80'lerde büyük bir buhran yaşadığı açık. Gerek kıyafetlerden gerek yaşam stilinden hemen anlaşılan bir kendini bilmezlik söz konusu. Dolayısı ile ardından gelen 90'lar da büyük bir kafa karışıklığı içeriyor. İnsanlar bilemiyor uzun süre o kazakları pantolon içine sokmalı mı, sokmamalı mı, kravat güzel bir aksesuar mıdır, yoksa değil midir? Koskoca bir nesil heba oluyor tabi. Şimdi fotoğrafları saklamaya çalışmak nafile. O iç sıkıcı dönemin yaşamınmışlıkları, vatkaları geçmişte saklı. Benim için ise Zuhal Olcay'da...

Onun o beton suratı, gizemli, derin kadın imajı ve üstüne üstlük hala da öyle anılması içimi sıkıyor. Ne güzel kurtulduğumuzu sanırken tekrar ekranlara çıkması, o zoraki gülümsemesi ve kısık gözleriyle kafasını hafif hafif aşağı yukarı sallayarak karşısındakini dinliyormuş gibi yapması. Kısık kırçıllı sesi,ifadesizliği geçmişten gelen sıkıcı bir hayalet gibi. Onu görünce entel Türk filmlerindeki bir sahnede, olup biteni izlemek zorunda kalmış oymalı büfe gibi hissediyorum kendimi.

Kilim desenli kazağını haki renkli pantolonunun içine sokmuş bıyıklı adam bir yazar. Camlı dekorasyonuyla kalitesini belli eden bir pub'da henüz yeni tanıştığı kadını yağmurlu bir günde evine davet etmiş. Kadın vatkalarının altında ezilirken geniş camlı pencereden dışarıda bardaktan boşalırcasına yağan yağmura bakıyor. Bu sırada hiç konuşmuyorlar. Adam kapının girişinde yağmuru izleyen kadına bakarken aslında sadece birkaç ay önce ölen karısını düşünüyor. Kadın ise boşandığı kocasını. İkisi için de bir yabancıyla aynı evde olmayalı çok uzun zaman olmuş. Bunun derin sıkıntısını içten içe yaşıyorlar. Ancak birbirlerine anlatamayacak kadar yorgunlar. Kamera bir adamın bıyıklarını gösteriyor, bir kadının rimeli taşmış gözlerini, bir adamın bıyıklarını, bir kadının yağ kokan ucuz rujlu dudaklarını, bir adamın bıyıklarını, bir kadının krepeli kaküllerini. Kamera birkaç kere daha böyle gidip geldikten sonra kadın "yağmurun sesini dinlemek daha iyi gelecek bize" diyor.

Tabi bu alt metni olayın derinliğini o sıkıcılığa katlanarak biz anlıyoruz. Yönetmen tüm bu sıkıntıyı bize sadece camdan bakan bir kadın ve ona bakan bir erkekle, bir ona bir öbürüne zoomla anlatıyor. Arkada kırık piyano sesleri bir de. Yarım saatlik beton bakışlara, anlamsız diyaloglara katlanabilirseniz bu sanat filminin üç satırdan oluşan konusunu anlamaya hak kazanıyorsunuz.

Zuhal Olcay'da öyle işte. Beton suratına ve anlamsız mimiklerine uzun süre bakmaya tahammül edebilirseniz içindeki derin kadını görmeye hak kazanıyorsunuz.

Bunun bir de şişe üfleyen versiyonu Aşkın Nur Yengi var. O da çocukluğumdan silemediğim bir travmadır. O soluk programlara elinde şişeyle çıkıp kibar kibar konuşup, tüm şarkıyı şişeyi üfleyeceği yer gelene kadar sik gibi elinde tutardı. Kimse demedi "şişe üflemek ne?" diye. Haluk Bilginer'e sormak lazım. Haluk Bilginer'de büyük betonsevermiş o da ayrı.

Yukarıdaki sahneleri kafasında oynatamamış olanlar için aşağıda bir link paylaşıyorum. Altındaki yorum da şahane unutmayın onu da okuyun

http://www.youtube.com/watch?v=-9vvBvJqEjI

29 Kasım 2010 Pazartesi

bana belgelerle gelmeyin!



Dün akşam kaynımgillerdeydim. Kek börek yedik. Eve geç geldim ki internette kıyamet kopuyor. Televizyonda Cüneyt Özdemir nıhıhı diye sırıtıyor. Meğersem Wikileaks olayı cereyan etmiş, ne kadar arkadan konuşan varsa ortaya çıkmış. Diplomasi mahşer yerine dönmüş. Bir ara bayaa bir gaza geldim ama siteye giremedim, e tabi arkadan ittirince şişmiş site. Neyse ki sonra gate meyt bişeler yaptık belgeleri kabak gibi açtım. Ankara başlıklıları copipeyst yaptım. İndirene kadar bişe mişe olur mazallah diye word'e sığındım. Şimdi o belgeleri fotokopicide ciltletip biriyle bir konu hakkında tartışırken "baaaakıııın sayın pötür, belgelerle konuşuyorum lütfen" diye elimde sallayacağım.

Bugün de çok şalalalı başlıklar birbirini izlemiş tabi. Yok diplomasinin 11 Eylül'ü, yok hemşire kim? Bütün haberler wikili. Aslında dün diplomasinin değil de geyikçiliğin 11 Eylül'üdür. Artık gizli belgeler ortaya çıktıysa ve kim hangi ülkeye ne demiş, arkasından iş çevirmiş biliyorsak ne konuşacağız dost meclislerinde, rakı sofralarında? Amerikan işi bu diye işkembeden sallamanın verdiği rahatlığın yerini ne alacak? "Amerikan işi bu" "hayır değil yazmıyor" dediklerinde ne yapacağız? Komplo teorisinden geçinen insanlara kim bakacak?

Diğer yandan belgelerde çok sürpriz bişe de yok. İşkembeden sallıyormuşuz gibi duruyordu ama bayaa doğru tespitlermiş. Misal Kaddafi'nin botoxları. Daha geçen hafta dedim Kaddafi'nin botoxlarına kaç puan diye. Türk bakanlar rüşvetçiymiş. Buna belgeye gerek yok zaten. Suudi Kral İran'ı vurun demiş; suudi diye bişe mi var? Arabian amerikan diyoruz biz onlara zaten afrikın amerikın gibi birşey. Netanyahu verdiği sözü yerine getirmezmiş, bunu bilmemek için klingonlu olmak gerekir.

Yalnız tüm dünya konuya mesafeli açıklamalar yaparken bizimkilerin "külliyen yalan, balon patladı, hııı çok, ayna ayna ayna, hayal ürünü, Kuran nimet çarpsın ki" gibi aşırı tepkileri işi daha da eğlenceli yapıyor.

Erdoğan'ın açıklaması ise pek manidar: Önce eteğindeki taşları döksün.

Sonra;

a) Yapıcaz ona bi şekil biz.
b) Kim ne demiş herkes özür dileyip öpüşüp barışacak.
c) Belgelerle ilgili gerekli araştırmaları başlatıp gerekli isimler hakkında soruşturma başlatacağım.
d) Eteğin modelini bir görelim, beğenirsek diktiririz.

Diğer yandan vatandaşın da çok da wikindeydi. (Levent Kırca şaka kontenjanından yapılmıştır.)

bir kedi yeter!


Kuran öğremiyav. Elif, be, te, se, cim, ha, hı, dal, zel, miw...

Tamam nine baştan alıyorum. Elif, be, te....

Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter. Hele bir de hayır duası ediyorsa sırtınız yere gelmez.

28 Kasım 2010 Pazar

şuursuzluğun fotoğrafı


Bu haftanın bünyede şok etkisi yaratan haberi kesinlikle Kaddafi'nin Erdoğan'a insan hakları ödülü vermesiydi. Aaa ne komik bir espri, Zaytung haberi mi diye bakarken, yabancı basın dahil gogıllamak süretiyle durumun gerçekliği beynimi ezdi. Bunlar haftada bir araşıp "yaa hep söylerim senin insanlığın kimsede yok. Çok beğeniyorum senin insan haklarını" gibi sözlerle birbirlerini gaza da getiriyorlardır.

Kaddafi'nin Erdoğan'ı bu ödüle layık görmesindeki en büyük etken Yıldız Teknikli 18 öğrencinin sadece gösteri yaptıkları için 1 yıl 3 er ay hapis cezasına çarptırılmasıdır kuvvetle muhtemel. Kaddafi "Ben olsam kafalarını vücutlarından ayırırdım. Bu Erdoğan kadim dostum çok insan haklarını seven bir insan, çok insancıl ödülü ona verelim" diye düşünmüştür.

Haftanın en şuursuz haberi bu iken, şuursuzluğun fotoğrafı ise benim için yukarıdaki fotoğraftır. Bir şekil paylaşmak istiyordum. Bu habere kısmetmiş.

Atom bombası harekatını yöneten komutan ve eşi işlem sonrası kutlama yaparken, atom bombasının patlaması ardından oluşan mantar şeklindeki bulutun tasvir edildiği pastayı kesiyorlar. Pamuk pamuk yanaklar, mutluluk, hanfendilik ve beyfendilik gözlerden okunuyor.

Hah hah hah ha ne şakacı bir pasta. Ay o gün amerikan ordusu nasıl komik nasıl komik, şakalar espriler havalarda uçuşuyor. Gül gül öldük, gülmekten öldük.

26 Kasım 2010 Cuma

fare videosu



Eeee hep kedi vidoesu izleyecek değiliz. Biraz da fare videosu izleyelim. Aslında kedi videosu umuduyla açtım ama farenin hakkını fareye vermek lazım. Bu bir fare videosudur.

Kahraman fare fikret tüm kedi aleminden intikamını almaya kararlıdır. Özellikle beyazlı yatan kedinin üstüne atladığı sahne onu efsaneleştiriyor. "Ne yatıyossun lan hala benekli! sittirin lan bi daha görmicem sizi" diye girdi valla kafa göz. Üstüne fedai zenci kedi saldılar ona da zıpladı.

Bunu görsem ben varya yanından geçerken "selamunaleykum" derim, bir emri var mı sorarım.

25 Kasım 2010 Perşembe

beşle topla beni, çarp uzaylıyla


Bu ülkenin en büyük problemlerinden biri matematiğinin zayıf olması. Nedeni tabi ki eğitim. Benim ortaokuldaki matematik öğretmenim tahminimce eski boksör ya da pehlivandı mesela. Arada matematik anlatırken kendi kafası da karışır, eror verir bir süre camdan dışarı bakar sonra tahtayı sildikten sonra başka bir probleme geçerdi. Pehlivan olduğu içinde kimse "hocam bir önceki probleme nooldu?" diye soramazdı. Ama yazık kim bilir onun matematik öğretmeni kimdi? Eski kasaptır belki.

Bu nedenle azcık matematiğe kafası basanlara deha muamelesi gösterilirken hiç anlamayan kesim "yaa benim sözel zekam var" yalanı arkasına saklandı senelerce. Sözelciler matematikçilerden kız almadı, matematikçiler sözelcilerden. Dershanelerde kızlar "off bilmiyorum yaa sözelci çocuk yakışıklı ama matematikçide matematik biliyor yani nihayetinde" diye arada kaldı. Çirkin matematikçiler sırf iki integral çözüyor diye cillop gibi kızları yedi. Halbuki sonra biraz büyüyüp bilinç kemale erince görüldü ki alsan kitabı eline etrafındaki herşey matematikten oluşuyor. Ama iş işten geçti, çirkin matemetikçi çocuk seni sivilceli yüzüyle öptü bile.

Neyse geçmişten gelen matematikten anlamama ve biraz yaşlanınca anlıyormuş gibi olma durumunun bizi nereye getirdiği ise MHP'nin 40. yıl matematiği, araştırmacı sarışın Ferdi'nin Fatih'in İstanbul'u fethi hesabından belli oluyor. Milletçe en sevdiğimiz bilim dalı oldu numaroloji. Çünkü ilk okul sıralarında başlayan, sonuca ulaşmak için dört işlemi dilediğince kullanmaya çalışan mantığın bir uzantısı bu durum.

Facebook'ta "öğretmenin sonucunu verdiği matematik probleminin sonucuna ulaşmak için saçma sapan 4 işlem kullananlar" grubu açsam bir günde bir milyon kişi toplarım. Türkiye'de herkes en az bir defa yapmıştır bunu çünkü. İşte o yüzden şimdi de at götten "Fatih kaç yaşında İstanbul'u fethetti 21, hangi yüzyıldayız 21, hangi yıldayız atın sıfırları 21!!! bu tesadüf olamaz" sonucuna rahatlıkla ulaşıyor sarışın araştırmacı Ferdi. Kuran ayetlerindeki sayıları belli tarihlere uyduracağım diye saçları elektrikleniyor Ömer Çelakıl'ın.(Bu arada bu adamın şifresi de soyadında saklı)

Hadi bütün bunlara tamam. Numarolojiye saygımız var diyelim. Kafaya göre Gayri Safi Milli Hasıla'yı düzenlemek nedir peki? Bakanlar kurulu uygun görmüş sağolsun. Bakmışlar, tartmışlar, sonuca ulaşılması gereken sayıyı belirlemişler. Sonra kafadan "yaa biz bu rakamı şunla çarpsak şuna bölsek bu rakama ulaşırız haaa" diye bir hesapla bir gecede milli gelirimizi kişi başına 2.354 dolar artırmışlar.

Matematikten anlamadığımdan olabilir gerçi ama anlamadım ben geçen seneye göre daha fakirken, evdeki hizmetli sayısını ikiye düşürmüş, en son chanel çantamı alalı 2 ayı geçmişken nasıl olmuşta iki bin dolares daha zengin olmuşum.

Tamam diyelim kafam basmıyor ama zengin oldum. 2 bin dolarımı nereden alabilirim, kimden tahsil edebilirim?

Mandalini muz gibi açıktayız, hepimiz zede olduk.

Unutmadan matematiğe bulaşmış sözelcilere güzel başka örnekler de var.

Misal:

Beni Böl Çarp Böl Sevgili Ne Yaparsan Yap Ama Son İşlemin Hep Beni Kendinle Toplamak Olsun.(Küçük İskender)

Senle topla beni çarp uzaklarla ekle sensizliği böl saatlere ne kaldı ne kaldı? (Kayahan)

Eşşeğin siki kaldı demek istiyor di mi insan?

24 Kasım 2010 Çarşamba

198 arzu: şarkıcı, manken, süperstar

Hürriyet Video'larını izlemek için Flash 7 veya daha yüksek eklenti yüklenmeniz gerekmektedir. Yüklemek için tıklayınız!!!


Yaşlı kadının hatıratlarına yeniden hoşgeldiniz.

Sabah otobüste arkamdaki hanzo bana bakıp ve yüksek ihtimalle elimdeki kitabın ve mavi saçlarımın bir entel paketi oluşturmasına kıl olup, dişlerini cırtlatarak içinden "vey amüğa godunum tipini siktiimin" diye bana saydırırken, ben bir yandan diş cırtlatması uyuz olup diğer yandan "ulan ne oldum da ne olacağım" diyip 30 yaşıma ulaştığım şu günleri sorguluyordum. Kitaptaki "ne umuyordun ki, sonsuzluğa inanacak kadar aptal olamazsın." cümlesi zaten bu ara bunalıma zayıf olan bünyemi kolayca ele geçirdi. Bir yanımın "komik kedi videoları izlemeyecek miyiz sonsuza kadar? hay amk." diye gözleri nemlenirken, diğer yanım "kızzaaam saçmalama yeaa tabi ki sonsuza kadar izleyeceğiz" diye saçını parmaklarının arasında yuvarladı. Aslında kendisinden pek hoşlanmasam da saçını kıvıran gerzeğe inanmayı tercih ederekten ve diş cırtlatan hanzoyu göz ucuyla pis pis süzerekten indim otobüsten. E işe yürüyene kadar emoluk yapacak zamanım kaldı. Geçmişten günümüze doğru düşünmeye devam ettim.

Aslında henüz çok küçükken şişko ve geveze bir kız olmama rağmen büyük bir insan olacağıma derin bir inancı vardı herkesin. İlk okul öğretmenim bir star gibi davranırdı bana. Diğer öğrenciler de. Hem şişko hem geveze bir kız için büyük bir başarı bu. Tüm etkinliklere katılırdım. Koroya katılmadım diye müzik öğretmenim gönül koyardı. O derece süper stardım yani. İşte o günleri hatırlayıp aslında ne kadar sahtekar pezevenk bir çocuk olduğumu düşünürken peki o dönemin süper star egosunun ilerleyen yaşlarda nasıl ortalama bir düzeye indiğini düşünmeye başladım. O süperstarlığın son bulduğu nokta, kırılma anı neydi?

Sonra içimden büyük bir kahkahayla hatırladım.

Şimdi ilkokul sonundayız, mezuniyet organizasyonu yapacak okulumuz büyük gazda. Çalışmalar aylar öncesinden başlatıldı. İşte ben elimden geldiğince tüm etkinliklere katılıyorum. Mankenlik bile yapacağım öyle düşünün. Evet.. Türkiye'nin ilk şişko mankeni benim aslında. Annemle gittik kot takım aldık. İlk podyum yürüyüşümü onunla yaptım. Harika havalıyım yeaa. Sonrasında ikinci kıyafetimi giyindim. Kabarık bir elbise hemde o şişko halimle, uçuk pembe. Salonda şişko bir bulut gibi dolaşıyorum. Kendimce nasıl edalıyım ama zayıfıııım, periyim yeaa. Saçlarım mahalle kuaförünün son heykel çalışması. Kahküllerim yukarıya doğru taşlaşmış bir fıskıye gibi. Ancak aslında o gecenin sonunda süper starlıktan normalliğe geçiş evremi yaşayacağımın farkında değilim.

O geçişin hikayesi de en başından şöyle başlıyor: Şimdi mankenlik çalışmalarımın dışında gece için bir de koroya katılmışım. Koşturmacadayım yani. Mankenliği yaptıktan hemen sonra koro kıyafetlerimi giyinip şarkımı söyleyeceğim. Tanrım ne kadar yetenekliyim. Neyse koro çalışmaları da bir ay öncesinden başladı. İşte sınıfta toplanıyoruz, okulun en hırslı ve en çok altın bileziği olan hocası tarafından anlamsız el hareketleri eşliğinde şarkılarımızı söylüyoruz. Bir de bir solo şarkı söylenmesi lazım. Azeri şarkısı vardır ya; "fikrimden geceler yatabilmirem, bu fikri başımdan atabilmirem" Onu biri solo söyleyecek. Hoca karpuz seçer gibi ön sıradan başladı. "Sen söyle bakim evladım" dedi birkaç kıza. Cık olmadı, "kızım olmuyorrr" diye azarladıktan sonra bana "sen söyle bakiim" dedi. Ben yetenekli değilim aslında ama akıllıyım. Her zamanki gibi birkaç numara biliyorum göz boyayacak. O şarkıyı da daha önce ince sesli bir kadından dinlediğimden sesimi soprano tadına ayarlayıp ince perdeden söylemeye başladım. Azeri sopranoyum yeaa "fiiiiikrimden geeeceler yataaaabilmireeeem" diye girdim ben şarkıya. Şarkı söylemekten gram haberi olmayan öğretmenimiz "tamam" dedi "soloya sen çıkacaksın" Büyük bir heyecanla göt korkusu arasında bir duyguyla "peki hocam" dedim.

Neyse işte o muhteşem gün geldi. Mankenliğimi yapmışım etkinliğin en son gösterisi koroda başladık biz şarkıları söylemeye. Çok stresliyim ama gerilmişim "ulan ya çıkamazsam çıkamayan adam olursam" diye. Neyse bir şarkı söyledik. Baktık salon yavaştan boşalmaya başladı. İkinci şarkıya geçtik. "Piti piti yavrum hey hey" diye anlamsız sözlü modern türküler söylerken herkes götüm götüm gitmeye başladı. O an içimden dedim ki "piti piti yavrum mu? ne saçma şarkı sözü... E herkeste gidiyor. Demek ki senin için çok önemli olan birşey başkaları için hiç önemli de değil aslında." Ben bu şekil bir aydınlanma yaşarken zaten 30 santim topukluları üzerinde çok yorulmuş öğretmenimiz "tamam yeter keselim gidiyor insanlar zaten" dedi. Dolayısıyla benim solo da güme gitmiş oldu. Öyle rahatlamıştım ki hemen gidip çişimi yaptım.

Bu aydınlanmadan sonra ortaokulum underground bir starlıkta geçti. Parlak sahnelerden kantin köşelerinde havalı sohbetlere geçtim. Lise ise huzuru kabalada ya da sufilikte arayan eski bir star tadındaydı. Ahmet Özhan gibi birşey oldum.

İş hayatıyla da zaten ulviyete ulaşıp aslında kimsenin özel olmadığı düşüncesine kadar uzandı olay. İşte bu düşünceler bir ayak çukura yaklaştıkça da starlıktan geçip ulan bari sonsuzluğa ulaşmanın bir çaresi olsa çaresizliğine dönüşüyor. Arkamda donlarımdan başka birşey kalmayacak mı diye götün atıyor. İlkokul 5'te senden daha akıllı bir çıkarım yapmış çocukluğun karşısında 30 yaşında emo bir mal olarak duruyorsun.

Ama neyse ki bu yaşa gelene kadar depresyonunu da profesyolce ve seviyeli bir şekilde yaşamayı öğrendiğinden, otobüste bunları düşünürken, gün içindeki işlerini hayatın süt limanmış gibi halledebiliyorsun. Tuvalette 3 dakika ağlayıp makyajını tazeleyip 10 dakika sonra histerik gülüşler atabiliyorsun. Sevdiğin insanı kaybedip akşamına yemek yiyebiliyorsun.

Buradan nereye geleceğim. Hayatımın 5 senesini bana bir süperstar gibi yaşatan öğretmenimin tombik yanaklarından öpüyorum. Öğretmenler günü kutlu olsun.

23 Kasım 2010 Salı

bir kedi yeter!


Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter. Biz de aynen böyle ne güzel uyuyorduk yeaa 10 gün... Üstümüzdeki kediyi almasalardı iyiydi.

Gebocum göndermiş günümüzü şenlendirmek için.

21 Kasım 2010 Pazar

çekiyorum rahatlıyorum


Şu hayatta iki şeyden büyük keyif alıyorum. Biri akşam haberlerini izlerken ona buna baba avrat düz gitmek diğeri pijamamı göbeğimin üstüne kadar çekmek. Bu nedenle evlerinde otururken birbirinden nonniş ya da havalı eşofman/gecelik giyinen kızların yüzüne gülerken içimden fesatça "güzel eşofman yeaa ama osurması yakındır" diye geçiriyorum. Azcıkta kıskanıyorum ama saplantılıyım. Öncelik rahatlıkta. Zaten ömrüm olursa 86 yıl yaşayacağım, hayatımın gecelerini yani yarısını seksapel uğruna içten titreyerek geçiremem.

Evet seksi düşük belli ince kumaş eşofmanlar güzeldir. Ama gaz yapar. Sevgiliniz sizin ne kadar seksi olduğunu düşünürken siz karnınıza baskı yapan gazı nasıl çıkaracağınızın stresi içerisinde tuvalette yapmacık öksürük krizleri eşliğinde osurursunuz. Geceliği zaten hiç saymıyorum. Ortaçağda kalmış bir gece giysisi bence. Hiçbir anlamı yok. Altta donla yatılır mı yeaa? Sabah kalkarsın beline kadar açılmışsın. Tüm gece götü açıkta kalmış rüyaları görürsün. Olaya girmek bir dona bakar ki bir bakmışsınız kolay lokma haline gelmişsiniz. Tamamiyle insanlık dışı görüyorum.

Yumurtalıkları seksapel uğruna harcayıp sistitin geçsin diye sıcak ütü başında uyuklamaya gerenk yok. Çek eşofmanı beline kadar, sok atleti donunun içine huzur orada. Yıllarca çevrem ve ailem tarafından ayıplanıp dalga geçilsem de, beyin "çek çek daha da yukarı çek" gibi terbiyesizce sataşmalarına maruz kalsam da Tom Cruise'u gelse çekerim belime eşofmanı terslik yaparsa da yüzüne de bakar "what da fuck" derim.

Buradan nereye geleceğim. Bayram öncesinde bayramlık niyetine yüksek belli pantolon aldım kendime. Ulan dedim elin 1.20'lik japonu bile giyiniyorsa bende giyinebilirim. Ne olabilir? En kötü teletabi olurum. Olsam ne olur? Hiç. Neyse bu düşüncelerle giydim pantolonu, arkadan ilahi bir müzik çalmaya başladı "aaaaaaa" diye -ilahi derken kilise ilahisi sordum sarı çiçeğe değil tabi- Böyle bir rahatlık olamaz. İstediğin kadar çek yaa. Sadece geceleri yaşayabildiğim huzur günüme yayıldı. Çekiyorum belime kadar pantolonumu huzur içinde geçiriyorum günümü. Tüm bayram tükürüklü öpücükler bana sevgi ve aşk pınarı gibi geldi. Sırf pantolonum belime kadar olduğu için hiç sorun çıkarmadım, herkese pamuk gibi davrandım. Büyüklerimin ellerinden küçüklerimin gözlerinden öptüm. Taksicilere teşekkür ettim. Hiçbir fikrimin olmadığı şeyleri büyük bir dikkatle ve ilgiyle dinliyormuş gibi yaptım. Hayat mis oldu.

Hemen gidip bir farklı rengini de aldım. Emekli maaşım yatsın siyahını da alacağım her renge tamamlayacağım. İşte moda nedir? Moda sevdiğimizden nefret etmekle nefret ettiğimizi sevmek arasında geçen bir zihin oyunu. Bence moda içimizdeki vahşinin inkarı görselliğin bedenle buluşması. Bence moda anarşi. Bireysel gücümüzün ifadesi aynı zamanda zayiflığımızın maskesi midir? Hayır hüsseinjim.

Moda belimizin açılıp karnımızın gaz dolup osuruğumuzu tutmakla tutmamak arasında geçen bir zihin oyunu. Bence moda içimizdeki kronun inkarı, bel lastiğinin meme altıyla buluşması. Bence moda komançi. Gazımızı tutabilme gücümüzün ifadesi aynı zamanda basenlerimizin maskesi.

Evet öyle!

19 Kasım 2010 Cuma

arda beni nasıl beğenebilirsin?



Birkaç gündür kafamda sezyum'da gördüğüm "sevgilim beni nasıl beğenebilirsin?" videosu oynuyordu. Bu kız gerçek mi yeaa diye düşünürken karşıma akşamına Güççük Sırlar'da Sinem Kobal'ın inanılmaz seksi performansı çıktı. Şimdi Sinem Kobal gerçek mi diye düşünüyorum.

Videonun sonu inanılmaz gerçekten. Seksi diye bişe varsa işte o budur.

Arda'nın neden sinirleri bozuk, sevişiyorlar diyince neden dayanamayıp ağladı ben anladım şimdi.

Sevgilim beni nasıl beğenebilirsin videosu da ahanda burada...

13 Kasım 2010 Cumartesi

alternatif tatil yazı dizisi-1


Bugün size yazacak konu bulamayan köşe yazarları gibi dün ne yaptığımı yazacağım. Aslında tam olarak öyle de değil. Bir konsepti var yazının. Bu bayram herkes Avrupalarda Goalarda gezerkene İstanbul'un boklu sokaklarında gezmek durumunda kalıp "aman ne güzel ha trafik yok" avuntusuyla kendini eğlemeye çalışanlara tatili yani tatilsizliği daha da varoşlaştıracak mekan önerilerinde bulunacağım. Aslında hiç böyle bir amacım yoktu ama bugün baktık hava güzel ama cepte para yok, soğan kokulu romantik solcular gibi bıyıklarımızı burup "olsun be sevgilim hava bedava ya" diyip dışarıya çıktık ve "kış ortasında yaz sıcağını bulan İstanbullular park ve bahçeleri doldurdu" haberlerine röportaj veren İstanbullardan olduk. Hep bildiğimiz İstanbul'un farklı yüzlerine sizler için gıcık kaptık. Hepsini sizin için gezdik, sizin için tattık.

Gezimizin ilk durağı kahvaltı yapmak umuduyla Beşiktaş çarşının içerisindeki Bonus Memet'in dükkanı olacaktı ki bir tane boş masa bulamadığımız için götümüze bakarak geri döndük. "Kahvaltıdan köşeyi döner mi yaa insan" diye Memet'e hasetlenirken, ne yapsak Beltaş'ın muhasebeci sevgilileri arasına mı karışsak diye düşünürken, ben bas bas paraları leylaya bi daha mı geleceğiz dünyaya felsefemden yola çıkarak beye "Ortaköy'e House Cafe'ye gidelim iki yumurtya 50 milyon verelim" dedim ama beyin cimriliği üzerinde olduğundan "aaa sen ne zamandır istiyordun çiğ börek yersin" diyerek güzel bir manevra yaptı. "İyi" dedim "gönüller hoş olsun" Gittik, yol boştu tabii herkes tatilde olduğundan. Normalde akın akın akması lazımdı ergenlerin ikili ve beşli gruplar halinde o yola bu havada.

Neyse Ortaköy'den içeri adım attık bismillah, herkes köprüye bakıyor. Meğersem bir adamcağız atlamayadurmuş. Benim görüntüye kalbimin dayanamayacağını bilen bey "yok bişe yaa kuş geçiyor" ona bakıyorlar diye beni bir süre kandırmaya çalışsa da anladım kötü bişe var. Çaktırmadan kafayı çevirdim, bir baktım adam demirlerin dışında. Hemen çevirdim kafamı içim sızladı. Kafamı çevirdim bir baktım bir çift bayaa konser izlermiş gibi izliyor. Çocuk arkadan dayamak suretiyle kızı önüne almış. Kız da önde onu saran kollarını tutuyor. "Hatırlıyor musun kuşum sen bana sarılırken nasıl intihar etmişti adam? Ayyy bana sarılışın hala aklımda bebişim" diye birbirlerine anlatacakları bir anıya imza atiyorlar. İnsanlıktan çıkacakken banane dedim yaa bananeeee.

Oradan kaçtık bi süre sonra açlıktan bayılmak üzereyken beyin "ne yicazz yaaa" sızlanmalarına daha fazla dayanamayıp hadi hayatta kalmak için gözleme yiyelimde bitsin bu işkence fikriyle gözlemeye gönderdim beyi. Bu sırada her tezgahta aynı şeyleri satan Ortaköy esnafının tezgahlarını hızlıca turladım. Herkesin aynı boncuğu satarak para kazanmayı umduğu bu oluşum oldukça ilginç, mutlaka görün. Kitapçılara bakayım dedim. Kitaplarda aynı. En son 1999'da bakmıştım aynı kitaplar duruyordu. Kitap kurtlarına duyurulur. Gerçek anlamdaki kurtlara sesleniyorum. Yiyin o kitapları. Belki yerine yenileri gelir. Anlayamadım yani tam olarak oradaki olayı. Bir çeşit teşkilat mı olmuş oradakiler, maksat satış değil muhabbet midir? Belki gizli bir timdir. Boncuk satıcısı ve kitapcı olarak senelerdir orada duran insanlar acil bir durumda kurtarma ekibi olacaktır. Belki uzaylıları bekleyen bir tarikatlardır. Başka mantıklı bir açıklaması olamaz. O ekibi görün. Tatilinizin en ilginç durağı olacak.

Tezgahlara keyifli geziden sonra beyin bana aldığı peynirli gözlemeden ısırık almaya çabaladım bir süre. O kadar sıcaktı ki bir süre sıcak olduğu için tadını alamadığımı düşünsemde soğuduktan sonra da aynı tatsızlıkla karşılaşmak beni şaşırtmadı. Ortaköy'ün gözlemesini mutlaka deneyin. Yöresel tatların vazgeçilmezi hamurun kanınıza karışmasını istiyorsanız daha iyi bir yiyecekle karşılaşamazsınız. 15 ısırıkta ağzınıza ancak gelen 5 dandik peynir parçasından ilkine rastadığınızda altın bulmuş gibi sevinmenizde cabası. Bol sürprizli gözlemeniz Ortaköy'de sizi bekliyor.

Ortaköy'de mutlaka görmeniz gereken diğer bir yer ise iskelenin hemen önündeki bankta Ahmet Kaya şarkıları söylemeye çalışan arkadaş grubu. Yaşları 35 ila 40 arasında değişen, ancak orada incik boncuk satarken o kadar büyüdüklerinin, Ahmet Kaya'nın öldüğünün, sağ sol kavgasının bittiğinin ve ülkenin ılımlı islamla yönetildiğinin farkına varamamış bu arkadaş grubu 2010 yılında 1996 nostaljisi yaşamak isteyenlerin kaçırmaması gereken bir topluluk. Grup erkekleri entellektüellik derecesini erkeğin kadına ev işlerinde yardım etmesi gerektiği söylemiyle, kadınları ise tam bilmedikleri ama ısrarla söylemeye çalıştıkları kara tren, ağladıkça gibi şarkılarla belli ediyor. Onlara noolmuş tam anlayamadık aslında. 20 yıldır bir yerde mi kalmışlar. Bir deneye mi tabii tutulmuşlar büyük bir gizem. O kadar Ortaköy'e giderim ilk defa şahit oldum dün. Gerçi geçenlerde de Pejo içinde Alarma dinleyen kır saçlı bir adam gördük. Muhtemelen Pejo o modeli ürettiğinde yılın hiti Alarma'yı takıp tura çıktı ama bir daha eve dönmedi. Yıllardır o şarkıyla turluyor. Saçlarındaki beyazlar başka türlü açıklanamaz. İşte belki gizli zamanda yolculuk deneyleri için kullanılan böyle insanlar var biz bilmiyoruz.

Ortaköy turumuz böyle bitti. O arkadaş grubundan sonra daha burada göreceğimz ilginç birşey kalmadığına kanaat getirip kalktık ve bir dolmuş edasıyla dolmayı bekleyen halk otobüsünde halkın ter kokusuna karıştık. İstikamet yine Beşiktaş. "Beşiktaş'ta da gezilecek yerler var havalı Akaretlerde bir kahve içelim" diye çıkarken bir baktık tüm sosyete W Hotel'in önünde sohbete dalmış bile. Anlamsız sokak ortasında, arnavut kaldırımından geçen her arabanın devasa bir ses çıkardığı ortamda bile daralmadan kasılabilen zenginleri burada merakla izleyebilirsiniz. Biz çok izlemeden yanlarından geçtik. Nero'da kahve içmeye oturacaktık ki o araba sesine katlanacak kadar zengin olmadığımıza karar verip kahveleri elimize alıp aşağı sahile inmeye karar verdik. Sonra bey "ben elinde kahveyle görmüşler hafta sonu seni" dedirtmem kendime diyip almadı kahve ama ben aldım. "Çok da fifi" dedim.

Oradan eskiden ne güzel insanların kahvesinde oturduğu şimdi taşta cırcır olduğu iskele yanına gittik. Burası kavga eden sevgilileri dinleyebileceğiniz en güzel mekanıdır istanbul'un. Şansımıza bizimde hemen yanımızda kavga eden bir çift vardı. Keyifle dinledik. "Merve ben sana mail attım sen ne zaman cevap yazdın." "Ne bilim Korkut ben mailimi gördüm sen uyumuştun sonra mail attım" "Hayır ben sana mail attım üzerine mesaj attım sen ne zaman gördün o maili Merve" " Korkut mailimi sonra okudum bir baktım sen mail atmışsın sonra işte cevap yazdım ama geç baktım yani mailiime" "Merve ben sana ne zaman mail attım Merveee" " Korkut ben müneccim miyim nerden bilebilirim bana mail geldiğini???"

Belli ki Merve yalan söylüyor. Ne daraltıyorsun kızı. Götün yiyorsa terket "siktir işim olmaz seninle" de. Baktım kızı kaldırdı "kalk kalk ben sana göstercem maili" dedi. Merve de "ne gösterceksin acaba çok merak ediyorum" diyince tamam dedim bu kız kendini kurtarır peşlerinden gitme gereği duymadım. Yoksa yanımda öyle çirkin çocuğa kız harcatmam. Biz bir süre orada oturup bir de cigara tüttürdükten sonra kalktık o inci Beşiktaş sahilini farklı açılardan görmek için. Yolda çocuğun hala ben sana mail attım diye kızı darladığını gördük. Gideyim dedim kıza "kızım sana adam mı yok bu yamuğu ne dinliyosun iki saattir burda" diyip çekip alayım dedim ama sonra boşver dedim yaaa boşveeeer.

Sonraki durağımız Beer Point ve Beltaş gibi Beşiktaş'ın hip mekanlarının olduğu sahil kesimiydi. Burada götümüzü mindere koyacak bir mekan bulup pek sevgili arkadaşımızı beklemeye koyulduk. Arkadaşımız geldikten sonraki bölümü bize saklıyorum. Dost sohbetiyle her yer tatildir.

Bayram tatili süresince eğer gezebilirsem alternatif mekanları yazmaya devam edeceğim. Keza bu mekanlara hanım bir hava alsın diye çıkarılmış durumdayım. Aslında hava ve dünya çok güzelken de ben pek onlarla ilgilenemedim. İnsanlara takılmayı yeğledim. Çünkü dünyanın çok güzel olması bana dokunuyor bu ara. Nedenini rahatça telaffuz etmeye başlayabildiğimde açıklayacağım umarım. Ama şimdilik kalbim taşıyamayacağım kadar ağır ve aklım bambaşka bir yerlerde geziniyor. Ama uyuz olabiliyorsam bu benim için ciddi bir yaşam belirtisidir.

10 Kasım 2010 Çarşamba

atatürk ölmedi fotoşopla yaşıyor


Türk basınının keskin zekası: Öteki dünyadan 10 kasım mesajları.
Şizofreninin boyutunu tahmin etmek güç gerçekten. Acı bir hatırlatma olacak ama 1938'de öldü Atatürk.

Hu huuu öldü öldü. Yok artık. Birşey yapamaz oralardan. Rahat bırakın.

Mesajları okuyamıyorsanız linke gidiniz.

http://www.haberler.com/sozcu-gazetesi/

4 Kasım 2010 Perşembe

varyap: korku dolu bir yuva!


Annecim dün karanlık gecede izlediğim Varyap yapı reklamı beni çok korkuttu. Yatarken duaları küçükten büyüğe okudum yattım.

Küçük kızın o puslu sesiyle yavaş yavaş şarkıyı söylemesi.Kutuların gizemle siyah ekran üzerinde dönmeye başlaması. Hiç bina silüetine benzemeyen yapılar.

Çok korkunç bir site olmuş ordan hayatta ev alınmaz. 3+1 testereli daireler, 2+1 Freddyli, 1+1 harika The Ring stil döşenmiş. Hepsi ebeveyn katilli.

Geceleri o küçük kız dolaşıyor sitede. O şarkıyı söylüyor. Site bekçisi de katil. Spor salonuna iniyorsun işkence salonuymuş meğersem.

Ya gece gelirse o Varyap kızı...

Bir iki üçler Freddy Varyap'ta beeekler
Dört beeş altııı Freddy bacağından yakaladııı
Yedi sekiz dokuuuz kardeşini yedik tokuuuz

(Son satır olmadı yeaa. Psikopatı yemeğe davet etmişsinde "ayy çok tokum yerim yok valla" dermiş gibi oldu. Neyse yine de korkunç. Zengin kafiye her zaman tutar. Bkz. Serdar Ortaç)

Reklamı izlemeyenler aşaada izleyebilir. Soldaki videyo:
http://www.varyap.com.tr/tr/50/galeri/videolar/varyap-meridian-42.htm

2 Kasım 2010 Salı

pamela endırsın mı kaldırsın mı?


Koskoca bir neslin erkeklerine sevişmeyi langırt oynuyormuş gibi evirip çevirme olarak gösterip yanlış öğretse de, kadınlarına erkeklere sırf "of ya senin alette kocamanmış mafoldum valla" mesajı vermeyi amaçlayan ve hiç gereği olmayan bağırınmayı aşılasa da, abazanların sokaklarda pipilerinin üstünde yürümesini tek başına engellemiştir bu saate kadar Pamela Anderson. Tüm dünyanın libidosunu başarıyla yönetmiş, büyük savaşları ve felaketleri önlemiştir. Bunu hiçbir alet kullanmadan sadece meme, mumuş ve götle yapmış olması ise ayrıca önemlidir. Hepsi bedava.

Uzun süreden beri de sadece hayvan hakları, kadın hakları, meme kanseri vs için soyunuyor üstelik. Yani bir ayak çukura yaklaştıkça hayır işlerine verdi kendini de diyebiliriz. E kolay değil tabi senelerce günahların en büyüğüne mesai harcadıysan, zekatını fitreni babydollere yatırdıysan ayağı çukur için kremlemeye başladığın yaşlarda götün atmaya başlar ufaktan.

Diğer yandan onu biz bilemeyiz tabi. Kimbilir belki bir insana çok büyük bir hayrı dokunmuştur. Biz onu porno starı bilirken o aslında çok iyi kalpli bir insandır. Sevişmesine göre değerlendirmemek lazım.

Gerçi herkes böyle düşünmüyor. Mesela geçenlerde bakmış Pamela Endonezya'da yine felaket var "ayyy kıyamaasss" diyip hemen para yardımında bulunmuş. Ama Endonezya'daki kökten dinci kesimler istemeyiz biz o orospunun parasını diyip geri çevirmişler teklifi. E silahtan uyuşturucudan gelen paraya ok ama seksten gelen paraya olmaz.

Az mı emeği var bu kadının üzerimizde, haksızlık etmeyin, tüyü punk alınmış pornocunun hakkını yemeyin.

andırıyor diyelim



Küçükken tuvalete her girdiğimde selam verdiğim hatta uzun kaldığımda muhabbete durduğum, tuvalet taşında yer alan iki insan silüetim vardı. Biri şapkalı bir kadına diğeri de uzun kafalı bir çocuğa benzerdi. İşte öyle "nasılsın teyzecim, nasılsın uzun kafa, iyi işte bende napiim kakamı yapıyorum. Bugün matematik sözlüsü var 6ları ezberledim sayıyim mi? 6 kere 1 altı, 6 kere 2 oniki" şeklinde sohbetler ederdik. Sonra babamın klasikleşmiş her eve uygulamayı bir tutku haline getirdiği "bu tuvaleti genişletelim banyoya katalım" projesiyle ayrıldık kendilerinden. Bayaa üzülmüştüm. Ne yapıyorlar şimdi acaba?

Bu durumu ben birkaç kişi bana benzer şeyler anlatana kadar kimseye anlatmadım tabi toplumdan ihraç edilmemek için. Neyse sonra büyüyünce de geçti zaten. Hiçbirşeye o kadar uzun bakacak zamanım olmadı daha doğrusu. O durum hayalgücünün yanında bir mesaidir çünkü. Uzun uzun bir yere bakman gerekir ya da devamlı olarak. Sonunda o şekil eğer bir kalas değilsen illa ki sana birşeye benziyormuş gibi gelir. Mesela sevgilinize bakın uzun uzun, bir süre sonra "ulan aslında kaşların sarımtraklığı hafiften Brad Pitt'e benziyor ha'ya kadar gider olay. Ya da tahtaya bakın uzun uzun ama kimsenin görmeyeceği bir yerde bakın toplumdan ihraç edilmemek için. -toplum önemlidir çünkü- Birileri "hello canım" der size muhakkak.

İşte buradan nereye geleceğim, doğuştan sarışın araştırmacı Ferdi Yılmaz - Araştırmacı lafına ayrıca hastayız, neyi araştırdığımız belli değil. Her an herşeyi araştırabiliriz- İstanbul Boğazı'nın dünyanın en büyük silüeti olduğu iddiasında.

Peki silüet kime benziyor?

Ferdi'nin kayınpederine değil tabi ki. "Bakın bakın İstanbul Boğazı kayınpederime benziyor" sadece aile içerisinde heyecan yaratacak bir haber olduğundan boğaz silüeti, toprak erezyonu göze alınırak ve %3'lük bir burun eklemesiyle Fatih Sultan Mehmet'in tıpkısının aynısı. O da yani Fatih'in burnu tabii yaşlıyken düşmüş biraz, gençken silüetteki burun o nedenle daha dik. Ayaklar Zonguldak, sırt körfezde kesilmiş. Kaftanı üstünde. Görün bunları. (bkz. Bakmak ve Görmek makalesi, İlkokul 3)

Aratırmacı Ferdi Yılmaz tezini, silüeti ve Fatih'in fotoğrafını yanyana getirdiği dandik fotoşop çalışmalarıyla da destekliyor. Ama sadece bu yetmez. Muhteşem tez Devlet Bahçeli tarzı bir numarolojiye de dayandırılıyor: Fatih istanbul'u keşfettiğinde kaç yaşındaydı? 21. Kaçıncı yüzyıldayız? 21. yüzyıl. Hangi yıldayız? 2010. Bakın 21 21 21. Bu tesadüf olamaz.

Şaşırdık mı? Şaşırmadık. Araştırmaya gerek yok. Boğaz kimin silüetine benziyor sence diye sorsalardı ilk 3 cevabımın arasında Fatih Sultan Mehmet vardı zaten. Diğerleri RTE ve Kemal Atatürk olurdu. Kime benzeyecekti ki? Bana mı?

Gerçi bana da benziyor biraz. Birden bakınca andırıyor. Ağlayıp şişince böyle birşey oluyorum bende.

1 Kasım 2010 Pazartesi

bir kedi yeter!



Bayılıyorum geyiğe yeaa.. Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter. Hele kediniz geyikçiyse bir ömür nasıl geçti anlamazsınız.