10 Aralık 2012 Pazartesi

romantizm mi arıyorsunuz?




İnsanlık olarak bu yüzyılda mutsuzlukta top 10 listesinde 1 numaraya varmamızın nedeni hayatımızda hiç birşeye karşı romantizmin kalmaması. Mesela sevgilinize bir çiçek alın, mum ışığında yemek yiyin, kulağına güzel sözler fısıldayın...

Şaha lan şaha tabii ki Ayşarman tavsiyesi vermicem. Daha derine işlemiş lekelere nufüs edecek bir romantizmden bahsediyorum. Herşeye karşı duyulabilecek romantizmden. Bir arkadaşa, ananenin parmağına, kediye, tabloya, kitaba, yolda önüne düşen tüye, minibüsçüye, taksiciye... -Taksiciyi iptal ediyorum. Hiçbir taksici romantizmi haketmez. En iyi taksici aslanlara atılmış taksicidir.- Devrimlere, ince hastalığa yakalanmaya, bir insana gizliden gizliye aşık olup geceleri yatarken hayallere dalmaya, bir yastıkta kocatmaya, denizler için şarkılar yazmaya, bir kolyenin şans getirdiğine inanmaya sebep olacak, geçtiğimiz yüzyılların romantizmden. -Ne uzattım ha, 27. yaşlılık belirtisi-

Bu düşündüğüm şey de çok önemli bir çıkarımmış gibi hemen inandım. -Kendi söylediklerime hemen inanırım çünkü.- Dedim ki bundan böyle o kaybedilen romantizmin peşindeyim. Tuvalet kağıdına uzanırken bile naiflikten titreyecek kıvama gelene kadar da yılmayacağım, kendimi eğiteceğim.

Üstüne bir de Bozcaada'ya yolum düştü. O her bir sokağında insanların romantizm dekatlonuna katıldığı ortamda bu çıkarımımı tatbik şansı yakaladım tabi. Kapıların fotoğraflarını mı çeksem, beyime yeniden aşık mı olsam, martılara şiir mi yazsam, geçmiş hayatlarını orada geçirmiş insanlara yalakalık mı yapsam, ne tür bir romantizme koşsam diye düşünürken eski eşyalar satan bir tükkana rastladım. Heyecanlan attım kendimi içeriye. "Ah çiniler, vah bastonlar ne kadar yaşanmışlar. Sahipleri yaşlanmışlar ama onlar oldukları gibi kalmışlar. Ardında hüzünlü eşyalar bırakmamalısın, hiçbir şeye sahip olmamalısın Atgötten "-ama dödüğünde o ikea dolabı aldıktan sonra tabi.- diye diye dolaştım dükkanı. Takdir edersiniz ki içimdeki romantizmin tam karşılığı olduğunu düşündüğüm şeye rastlamam fazla sürmedi.

O da neydi?
1939 yılından Fransızca yazılmış bir kart...

Bir yüzünde birbirine sarılmış iki sevgilini fotoğrafı. Önlerinde bir çiçek. Arkasında güzel bir el yazısıyla ince ince işlenmiş Fransızca sözcükler...

Bende lö tansiyon arttı tabi. Hemen bastırdım aldım. 39'dan kalma bir aşk benim himayem altındaydı artık. Birbirlerinden savaş yüzünden ayrı kalmışlardı kesin. Adam kadını hasretle özlediğini küçük bir dükkandan aldığı bir karta yazmış, kadın cevap olarak onsuz uyuyamadığını ince yazısıyla naifçe kaleme getirip, gözleri nemli bu kartı göndermişti. Ama adama hiç ulaşmadı. Postacı yolda baskına uğradı ve tüm postalar arasından yanına bir tek bu kartı aldı. Sonrasında savaştan kaçarken kendini önce İtalya'da ardından Yunanistan'da buldu. Ordan da Bozcaada'ya yerleşti. Ve orada hayata gözlerini kapattı. Adam kadından cevap gelmemesine aldırmadı. Birbirlerini ölene kadar sevdiler.

Yani ben okuduğumdan böyle bir aşk olduğunu hemen anladım. Lö diyordu çünkü.

Ben bu kartı vay be arkadaşım ne aşkmış iç burukluğuyla çok değerli kara kaplı defterimin arasına koydum hemen. Bir Fransız arkadaş bulunca da çevirtirim dedim. Gel zaman git zaman aradan 1,5 yıl geçti. Bana yaklaşan tipini tuttuğum ilk Fransız'a da bir cesaret çevirsin diye verdim kartı. O ince el yazısını gözlerini kısarak okuyup hmmm hööö diyerek önce anladı sonra da İngilizce'ye çevirdi. Her hööö mööö de daha da heyecanlanırken mektupta ne yazsın ya!

"Cannes'daki arsayı sattım, çocukları da annene bıraktım, komşumuz lö koca memeli Luli ile le Fiji kıyılarına gidiyorum." 

Tarzında ama tam olarak böyle değil. Ama böyle yazsaydı daha az üzülürdüm. Meğersem mektubu bir kadın başka bir kadına yazmış. Bayaa günlük "Nice'de pazara gittim korselerde büyük indirim vardı. Madam Pijavu ile oya yapıyoruz, sohbet ediyoruz ay bir şakalar çok eğleniyoruz." tarzında şeyler yazıyormuş. Öylesine kart gönderesi gelmiş kadının işte. SMS yok ya o zaman.

O an her Lö diyen Fransız'ı büyük aşık sanmamam gerektiğini, Fransızca'nın da aşk dili değil, geyikçilik dili olduğunu anladım. Sıçarım böyle romantizmin içine dedim.

Sonra üzerine hafta sonu Gümeri Civaoğlu'nu Fransız iki kadınla görmeyeyim mi!? Yanımızda jööö maaapiii şeklinde yaşına başına bakmadan konuşuyordu. Bir ara kadınları karıştırıp bizi arabasına davet etti. Biz de "Karıştırdınız Bekir Coşkun Bey Pako'nun ölümüne çok üzüldük." dedik. Sonra ulan bütün gece keşke Civa'ya Coşkun Bey diyip Pako aşağı Pako yukarı sorsaydık diye kendi kurmaca hikayemize güldük. Gül gül öldük.

Fransızca konuşmayı Edith Piaf dışında herkese yasaklıyorum.

8 Kasım 2012 Perşembe

yaralı japon styla



Siz bu videoya anlam vermeye çalışadurun ben çok yakında gelcem. Benim anladığım Japon'dan gelin alınmaz. Bir gece vakti bütün ailenin boğazını keser. Kuyudan çıkar o gelin. Oy gelin Japon gelin vah gelin Japon gelin.

Japon'un anlam ve önemini hatırlatan İrem Erman'a teşekkürü burç bilirim.

4 Ekim 2012 Perşembe

tezkere hakkında ne düşünüyorsunuz?



Farz edelim, bu sabah bir kalktık ki Suriye'yle savaşa girmişiz. Bizim nokta atışlarımıza bir daha karşılık verilmiş. Amerika arkanızdayız(!) yürüyün demiş. Buna karşılık Irak ve İran Suriye'nin yanında yer almış. Türk askeri sınır ötesi operasyona başlamış.

Hayatımızda ne değişirdi? Çok yakan Audi'sine tüp taktıranlar yüzünden tüpçülerin hayatı belki.

Çünkü bir tweetimde de anlattığım üzere eğer bir Ortadoğu ülkesi vatandaşıysan akşam evinde televizyon karşısında göbek deliğindeki pamukçukları temizlerken ya da parmaklarınla ayak parmak aralarını ovalarken aniden savaş çıkabilir. Ve sen bunu 'Hülya Avşar Ebru Gündeş'e ne dedi.' magazin haberini izlediğin rahatlıkta ve merakta -hatta daha az merak içerisinde bile olabilir- izlersin. Dişlerini cırtlatır 'Yaa bu Süriyeli amklarımda kaşınıyorlar haa' ya da 'ammaaan yine ne oyunlar dönüyor kim bilir' dersin. Savaş, terör, eylem ve hatta deprem 'dönen oyunlar'dır çünkü bizim için. En fazla da benzine ne kadar zam gelir diye 3 saniye kadar endişelenirsin. 'Takarım tüpü yaaa' diyerek de kendini anında rahatlatırsın. Sonrasında uykuya dalarken 'ayy Hürrem Mahidevran'a ne cevap verdi haa, kadının dibi. Ben ateşin ta kendisiyim. Bunu bir yerde kullanmalıyım' düşünceleri arasında REM'e geçişini yaparsın. Sigmund Freud gelse endişeye karşılık gelecek herhangi bir görüntü de bulamaz rüyanda.

Sonra sabah kalkar işerken savaşta noluyo lan acaba diye düşünüp televizyonu açarsın. İşte klasik haberleri duyarsın. Yok efendim o mayına basarak parçalandı. Burda 12 kiş öldü. Ateş şuraya düştü haberi alan anne bayıldı. Bir aslan miyav dedi minik fare kükredi, fareden korktu kedi, kedi pıırrr uçuverdi diyen Kayahan gibi hafif iç sıkıntısıyla dinlersin. Bugün ne giysem'e bağlayıp işine doğru yol alırsın.

He 'savaşmak çok köy yeaa' diyip tepki duyarsın tabii. İnsanlar ölür çünkü. Biraz komikli video izledikten sonra takvimine uyarsa sokağa çıkarsın. Tabi düğünlere çağırılan az buçuk brek dansı yapmayı bilen abiler gibi her konuda sokağa çıkan hazır kontenjan 10.000 kişi arasındaysan. Bu kontenjandan da konu hafif siyasete girdiği için ne yapacağını tam kestiremeyen 2.000'i gelmez. İşte takriben 8.000'i sokağa çıkar. Bu haberde hükümetin işine geliyorsa sürmanşetten girilir, işine gelmiyorsa görmemezlikten gelinir. E bir süre sonra savaş haberleri de sıkar. Bu ne kardeşim her gün savaş mı dinleyeceğiz diyip eğlencene bakarsın.

Her gün televizyondan izlediğin senin için sanallaşmış savaşlara alışıksındır çünkü. Eğer sıcak bölgeden uzakta bir şehirliysen götünde bomba patlayana kadar savaşın gerçekliğinin farkına varmazsın. He vardığın anda da Amerika gelsin kurtarsın lütfeaan amaa yaniii diye söylenip, beklersin. Eğer savaşın dibindeysen ve hala ölmediysen de hayatta kalmak için yağma, hırsızlık gibi yöntemlerle yaşamaya devam edersin. Zaten savaşa, ölüme ve yağmaya alışıksındır.

Sonra bu savaşa en çok dış mihraklar ve hurriyet.com sevinir. Anket yapmak için bundan güzel bir ortam daha olamaz çünkü. Misal;

Savaşta hangi yoldan ölmek istersiniz?
a) Havan topu
b)Beyinden giren kurşun
c)Kurşuna dizilme
d)Parça tesirli bomba

Altına da muhakkak 'CHP'liler b'yi seçmesin beyinleri yok çünkü' ya da 'başbakanımız nasıl uygun görürse ülkemiz için o şekilde ölürüz' tarzında yorumlar gelir.

İnanmayan yukarıdaki anketle başlayabilir. Daha iki üç gün önce aynı görseli koyup "Kaldıramayan taraf siz misiniz?" tarzında lifestyle haber yapan Hürriyet'in benim anketi de yapacağına Dudullu'daki arsa üzerine bahse girerim.

Bu ülkede dün gece yukarıdaki fotodaki gibi tezkere çıksın mı çıkmasın mı diye düşünen çifte de threesome teklif ediyorum. Gayet açık.

30 Eylül 2012 Pazar

ergene son davası

Her sene 3 kez kötü kelime şakası yapma hakkım var. Bu başlıkta ilkini kullandım. Kaldı iki.



En beğendiğim bölümler:

Gösteriverem ben sana sinirli yanımı.
Benim de eniştem polis ve teyzemin kocası eniştem
Eniştem benim astsubay




En beğendiğim bölümler:

Neskuik şirketiyle ortak çalışıyorum.
Vehbi'den özür diliceksin.
Abine Furkan'la çıktığını söylerim.

25 Eylül 2012 Salı

nedir sizi buraya getiren şey?



İnsan hayatı üzerine bir kategorilendirme yaptım. Kategorilendirmeyi çok severim çünkü. Evde kitapları türlerine değil, renklerine göre dizerim bir de. Maviler mavilerle, siyahlar siyahlarla veee beyazlar beyazlarlaaa... Bu küçük sırrımız aramızda kalsın, sonra sizi arka bahçeye gömmek zorunda kalmiim.

Neyse, kategorime göre şöyle bir sonuç çıktı:

Hayatında 15-22 yaş arası dünyayı değiştirebileceğine inandığın,
22-29 yaş arası hayatını değiştirebileceğine inandığın,
Ve 30'dan sonrakiler ise tüm değiştiremediklerin karşısında kendini değiştirebileceğine inandığın yaşlar oluyor.

Yani anladığınız üzere 30'dan sonrasında bir boka sarma durumu söz konusu. E inançtan elinde kalan şey birşeyleri değiştirmenin hiç de kolay olmadığı olunca hafiften bir beyin ancuklaması yaşıyorsun, bir panikliyorsun tabi. Anlıyorsun ki değişime daha 20'li yaşlarında kendinden başlamalıymışsın, herşeyi en başından tersten yapmışsın. Geri de dönüş yok. Yaşlılığın göz kenarlarından sana el sallıyor.

Üstelik etrafındakiler de aynı durumda. Kimi kısa pullu şortlar giyerek, kimi tuttuğunu instagramlayarak, kimi kendini dağa taşa vurarak türlü deliliklerle bu durumdan kurtulmaya çalışıyor. Motosikletin kontrolünü kaybetmiş Bülent Serttaş gibiyiz. Dolayısıyla herkes aynı histeri krizinde olduğundan kimse kimseye yardım da edemiyor. Hayatta yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmeyen insanlarla birden alman hesabına dönmüş olmanın verdiği moral bozukluğu içten içe 'sen çok yedin az ödedin ama ben içki içmemiştim ki neden aynı parayı ödeyeyim' tilkiliğine döndüğünde ise bir sonraki sofra buluşmalarında herkese ayrı hesap açılıyor. Hatta ayrı masalardan birbirine kadeh kaldırır hale geliyorsun.

Sonra televizyonu açıyorsun kafan dağılsın diye. Artık standart gelen şehit haberlerini geçiyorsun. Sayı 10'dan azsa daha hızlı, fazlaysa üç kere "cık cık cık gitti yine gencecik çocuklar" iç çekmesiyle değiştiriyorsun kanalı. Bir diğerine bakıyorsun kocaman kelli felli adam yanaklarını ellerinin arasına almış "evrenden gelen iyi enerjiye açığım, o enerjiyi bekliyorum" diyor. Aaa deli, bunun çocuğu eşi yok mu diyip üzülüyorsun. Hadi bir umutla zap yapıyorsun bir sevişme sahnesine denk gelirim belki diye. Bir bakıyorsun aynı masada Pelin Batu ve Nihat Doğan ünlü olma kavramı üzerine konuşuyor. Pelin'deki entel naiflik sendromundan kaynaklanan titrek ses tonu, Nihat Doğan'ın cahil boğaz düğümlenmesi tınısıyla birleşiyor. Kafan dağılıyor. Ama odaya. Her bir beyin parçan duvarlardan yavaşça aşağıya akıyor.

Sonra için daralıyor, koşmak istiyorsun. Ve kendini o senelerdir içten içe yakıştıramadığın psikolog koltuğunda buluyorsun.

Evet Atgötten hanım nedir sizi buraya getiren şey?

Ağzından varoluşun derin problemleriyle ilgili öyle sözcükler çıkacak ki entellektüel buhranın kulaklarından fışkıracak derken o üç sihirli harften oluşan kelime yavaşça dökülüyor dudaklarından:

Don.
Evet don...

Yukarıda dramatize ederek gözünüzü boyamaya çalıştım. Ayyy kız dünya meselesinden delirmiş diyin istedim. Ama görünüşe göre tek sorun don yıkamakla alakalı. En azından şimdilik öyle görünüyor. İlk başta daha evrensel girdim ama sonunda kendimi donlardan bahsederken buldum. Donlarla ilgili derin problemlerimi anlattım. Her yerim don dedim. Bu donlar beni değiştirdi e tabi değiştirince fobik durumlar ortaya çıktı dedim. Sülalemin donlarını ortaya döktüm, renklerine kadar anlattım. Kızcağızın diplomasını aldığı güne lanet etmesini sağladım, beynini siktim. Zavallı dinledi, dinledi, dinledi bir yerinde kaykılmadı, esnemedi mübarek. Çok iyi bir insan. Herkese tavsiye ediyorum.

Bu hafta az daha entellektüel sorunlar yaşıyormuş gibi olsun diye aldığımız her kitabı ilk önce eşim okuyor sonra anca bana kalıyor gibi şeyler anlatmayı planlıyorum. Ama dönüp dolaşıp yine dona da gelebilirim bilmiyorum. Gerçi ilk gittiğimde 'Hanfendi dinledik gerizekalı çıktınız.' diyecekler diye çok korkuyordum. Neyse ki gerizekalı çıkmadım. Don problemini de çözeceğime inanıyorum. (He yukarıdaki kitap ayırma durumu psikolojik bir problem değil. Görsel zaka ve hafiza ile ilgili. Gerçekten.)

He yazmıyorum yazmıyorum durum bu yani. İnce ayar çektiriyorum. Bir de yazmak istiyorum ama yazamıyorum çünkü bilgisayarım bozuldu. Kendisini akşamları çekirdek yerken tepsi olarak kullanıyorum şu ara. Hatta o şekil bir laptop kapağı üzerine çalışıyorum. Laptopların üstünde bir tarafına çekirdek diğer tarafına çekirdek çöpü koyabileceğin boşluklar olsa teknoloji daha bir anlam kazanmaz mı sayın Zükenberg?

(Video benden size armağan. Mesela böyle Hulk olsam ağzına ağzına vursan Nihat'ın piskoloğa gerek kalmaz pırıl pırıl olurum.)

6 Eylül 2012 Perşembe

bir kedi yeter!



Aklını, sağduyusunu, haysiyetini yitirmiş bir dolu insanın tersine koşan bir kediden daha anlamlı birşey olamaz. 

İnsan olabilmek için bir kedi yeter. O nereye koşarsa sen oraya koşsan, bu hayatta 6-7 Eylül olaylarında yapılmış yanlışı yapamazsın.

28 Ağustos 2012 Salı

prof.dr. atgotten'e saygılarımla!



Şu an da, şimdi, hemen indie süsü verilmiş bir Amerikan romantik komedisinde olsam yaşadığım o gösterişli daireden küçük bir apartman dairesine taşınıp üniversiteye geri dönerdim. 55 yaşıma kadar köşebaşını tutmuş hocamın çantasını taşır, kedi kumunu değiştirir, yaptığı kötü esprilere güler, makalelerini yazar, girmediği derslere girer tek bir bilimsel eser vermeden doçent olurdum. Ölmeye yakın prof. olup, altıma sıçtığım belli olmasın diye yerimden hiç kalkmayıp odama gelen öğrencileri azarlar gönderirdim. Havalı gözlüklerim dışında arkamda hiçbişe kalmazdı. Prof. Dr. Atgotten'in anısına diye yalaka bir öğrencimin kitabı bir de belki.

Sonra o küçük bohem daire Cihangir ya da Gümüşsuyu Nişantaşı'nda olacağından aldığım üç kuruşluk öğretim görevlisi maaşını oraya gömerdim. Dolayısıyla 1 haftalık yemek yemekten ve bayat çay içmekten dişlerimi ve tat alma duyumu kaybederdim. Evi kitapla doldurmak prof'luğun şanındandır tabi her gittiğimde sahaftan topladığım bir milyonluk kitaplardan kendime dağınık bir oda da yaratmam gerekliliğini sayarsak döpiyes alacak param kalmazdı. O yüzden modası geçmiş kıyafetler, ince pileli etekler, düz sivri burun kısa topuklu ayakkabılar giyer, beni daha da entellektüel gösterecek bir imaja sahip olurdum.

Atgötten bir teorim olurdu. Kazı alanında bulduğum taşları kafama göre dizer "Kalkolitik dönem yapılarında büyük sapma" başlıklı makalemle arkeolojide çığır açtığımı sanırdım. Uzun uzun uzaklara bakar, derin düşüncelere dalmış gibi yapar, aslında en son ne zaman kaka yaptığımı düşünürdüm.

Sonra bana en çok yalakalık yapıp kazı evinde kapı arkasında sevişenlerin isimlerini veren ispiyoncu öğrencimi 4-5 yıl kullanır, en yalaka olmayanı çalışkanı hocalık için önerirdim. Ama başından ayrılmaz, hayatını 55 yaşına gelip doçent olana kadar zindan ederdim. Doldurttuğum kedim Ozzy'nin hergün tozunu aldırır, yeni kedim II. Ozzy'nin kumunu temizletir, tırnaklarını kestirirdim. Çanak çömlek, kemik parçalarına bakmak için depodan indirtir, beş dakka sonra kaldırtırdım. 100 yaşına kadar da yaşardım bela gibi. Altımdaki doçentleri profluklarını göremeden tek tek gömerdim...

Bu aralar kendi kendime dedim ki, olmak istemediğim birşey mi oldum ki ben. Aslında şu mu olmak istiyordum... Daha doğrusu piskolog bir arkadaşım istediğin şeyleri çok zorlamamışsın, neden? dedi. Onun üstüne dedim acaba bu mu olmak istemişim.

Ama bu hikayede uzaklara bakıp ne zaman kaka yaptığımı düşündüğüm an dışında beni keyiflendiren birşey olmadı.

Bunu da olmak istememişim demek.

Yalnız başlığa bakarsan prof. olunca kendi kendime bile saygı duyuyorum. Çaktın, kafa gidik, fihuu!

16 Ağustos 2012 Perşembe

dikkat kaplan var!



Sayın ziyaretçiler,

Okuduğunu anlayamayan, anladığını yanlış anlamaya programlanan, başkasına yapılan espri kendine yapılınca alınganlık yapan, eleştiri, kara mizah, önüne gelene sallama gibi eylemlere tahammül gösteremeyen,  götünden konuşana katlanamayan, ırkçı, faşist, seksist, homofobik, dar kafalı, bokundan nem kapan, küfürden hoşlanmayan, birinin mutlaka bir tarafta olmasının gerekliliğini düşünen, emeğe, fikre, düşünceye saygısı olmayan, eğlenceye çomak sokmaya bayılan, ergenlikten çıkamayan, ayna ayna ayna, kötü laf sahibinindir gibi çocukça tavırlarla laf sokmaktan öte eleştiri cümleleri kuramayan, ancak kendisinin çok zeki olduğunu sanacak kadar zekaya sahip, ağzını şıpırtadan, sesli nefes alan, muhabbetin en güzel noktasına turrup sıkan, dalga geçmek ve eleştirmek konusunda sınırları olan, aaa çok ileri gitmiş ama'cı olan, göt, meme demeye korkan ve denilmesinden içten içe rahatsız olan, sınırlarımı çizmeye çalışan, karşıt fikrini insan evladı gibi değil de başbakanın oğlu gibi söyleyenlerin transit biçimde internetteki başka mecralara akması rica olunur.

Blog sahibi sinir hastasıdır, raporludur.

Beynimin içine misafirliğe gelip, şak diye sigaranı yakıp külü halıya silkeyemezsin, çayını da şıpırdatarak içemezsin. Kül tablası istersin. Kaplanlara atarım. Kedilerime yediririm.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

genç kemer'in hayalleri



Kemer Genç dün gece siyah çoraplarını baş parmağıyla sıyırıp yatağın kenarına attıktan sonra duvara sabitlenmiş gözlerini yavaşça kapatarak yatağına devrildi. Birkaç gündür son derece hareketli gündemin verdiği yorgunluk onu uykuya itse de o uyumadan önce hayal kurmak istiyordu. Kurmaya başladı:

"Şimdi Tunceli'de kahve kahve dolaşıyorum. Halka bu savaşın bitmesi gerekliliğinden bahsediyorum. AKP politikalarının kötülüğünden falan. -Olimpiyatlarda rezil olduğumuzdan da bahsedeyim onu unutmayayım. Hemen kullanmak lazım böyle şeyleri etkili olur.- Neyse hava da nasıl sıcak terliyorum boncuk boncuk ama yılmıyorum oradan çıkıp başka bir köy kahvesine gidiyorum. Yolda yaşlı bir kadınla karşılaşıyorum o sert coğrafyanın nasırlaştırdığı ellerinden bir tas ayran içiyorum. Bize yardım et evladım dediği gözlerine bakıyorum. Merak etme anne diyorum barış getireceğim bu topraklara.

Neyse ikinci kahveye giriyorum. -Aynı şeyler işte ya. Burayı detaylı hayal etmeme gerek yok bence.- Neyse ordan da çıkıp diğer bir kasabaya gitmek için dağlık alandan geçmem gerekiyor. Güvenlik güçleri o bölge tekinsiz isterseniz sizi biz geçirelim diyor ama ben ısrar etmeyin nolur kimden korkacağım, ölmek varsa ölürüz diyorum. Komutan nemli gözlerle bana bakıp selam çakıyor. Ben çakmıyorum ama tokalaşıyorum onunla nihayetinde asker değil barış elçisiyim. Barış elçisi...

Neyse diyorum ki mayınlı bölgeden geçelim. -Hmm Tunceli'de mayınlı bölge var mıdır? Neyse ha mayın döşemişlerdir kesin diye istihbarat gelsin ama ben sallamayayım.- Hayır efendim ne münasebet ben yolumdan vazgeçmem diyorum ve ağır adımlarla o bölgeye doğru yürümeye başlıyorum. Arkamdan büyük bir gururla beni izleyen köylü ve komutanlara sadece bir kez dönüp bakıyorum... Yok... Hiç bakmıyorum kafam dik uzaklaşıyorum.

Kavurucu sıcağın altında korumalarımla ağır adım ilerlerken, bu dağların güzelliğinden,havasının sertliğinden, memleketimizin medeniyetin beşiği olduğundan, AKP'nin olimpiyatlardaki rezilliğinden bahsediyorum. Ne kadar bilgili olduğumu söylüyorlar. Estağfurullah bu ülkenin her insanı erdemlidir diyorum. Gülüşüyoruz. Tam kafamı çevirirken bir de ne göreyim iki silahlı peşmerge yolumuzu kesiyor. Hemen çevik bir hareketle korumamın benden 4 dakika önce çektiği silahı elinden alıp önlerine atılıyorum. Sorun çıkarma genç diyorlar. Ben de hitaba bak, Türkiye Cumhuriyeti'nin miletvekili ile düzgün konuş diye fırlaçıyorum. Kemer Genç değil misin? diyorlar. Evet diyorum. Şaşkınlık içerisinde birbirlerine bakıyorlar. Sizin bizimle gelmeniz gerekiyor yanınızdakileri geri göndereceğiz zarar vermeyeceğiz diyorlar. Ben kahramanca bir adım daha ileriye atılıp korumaları bırakın beni alın, sizin derdiniz benimle. İki masum insanın daha kanı dökülmesin, artık bu kan dursun, silah hiçbirşeyin çözümü değil. Hem onların bu çözüm de bir etkisi de olmaz kaçıracaksanız beni kaçırmalısınız nihayetinde ben hazırım kaçırılmaya ama onlar değil. Ben milletvekili olarak bu yola baş koydum. Beni alın onlara zarar vermeyin, geri gönderin. diyorum. Sözlerimden çok etkileniyorlar nemlendiği belli olan gözlerini benden kaçırıp birbirlerine bakıyorlar. Silahlarını indirip buyur ediyorlar beni dağlara. Korumalar gitmeyiz diyorlar Kemer Bey. Sizi bırakıp hiç biryere gitmeyiz. Gidin diyorum çocuklarım. Vatan için ölüm varsa ölürüz. Bu yıllar süren savaşı bitirmeden dönmeyeceğim diyorum. Omuzlarına babacan bir şekilde vurup gönderiyorum onları.

Dağda kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra konuşlandıkları yere varıyoruz. Yolda onlara bu dağların güzelliğinden, havasının sertliğinden, memleketimizin medeniyetin beşiği olduğundan, AKP'nin olimpiyatlardaki rezilliğinden bahsediyorum. Bilgilisin genç diyorlar. Estağfurullah bu ülkenin her insanı erdemlidir diyorum.  O an bir yakınlaşma oluyor aramızda. Ama ben taviz vermiyorum bir teröristle arkadaş olmam.

Kampa gidiyoruz. Herkes el divan karşımda duruyor. Kimi kaçırdıklarının farkında olduklarından saygıda kusur etmiyorlar. Ele başlarıyla bir masa etrafında oturuyoruz. Ele başı, genç seni kaçırdık çünkü sen gerek zekan, gerek bilgin, bu coğrafyanın insanına olan yakınlığınla bize yardım edip bu savaşı bitirebilirsin diyor. Ben bir süre dağlara bakıp cevap veriyorum: Bilir misin diyorum bu savaş başladığında ben gençtim. Yani fiziksel olarak gençtim. Şimdi soyadı genç olan yaşlı bir adamım. Binlerce can verdik, milyonlarca çocuğumuzu kaybettik. -Kamptaki bütün PKK'lılar başlarını üzüntüyle önlerine eğiyorlar. Birden sinirleniyorum, atacak bir bardak arıyorum bulamıyorum.- Hala devam ediyor bu savaş. Nereye kadar edecek. Kurşun bitene kadar mı? Kurşun bitmeyecek. O kurşunlarla beslenenler olduğu sürece bitmeyecek. Yanlış politikaların bizi getirdiği yerdeyiz. Misal AKP'nin olimpiyatlardaki rezilliği. Gelin silahları bırakalım. Dost ellerimizi uzatalım...

Konuşmamı bitirdiğimde derin bir sessizliğin ardından, ele başı önce yaşaş yavaş ardından gittikçe hızlanarak alkış tutarken kafasını gururla sağa sola çevirmeye başlıyor. Ardından tüm PKK'lılar omuzlarındaki silahı yere atıp alkışlamaya başlıyorlar. Ele başı bana ' Ona böyle diyorlar ama bence sen adam gibi adamsın' diyor. Diyorum ki Apo'ya haber verin, gelin dağlardan inin. İsterseniz buna da aracı olurum diyorum. Gerek yok sms atarız diyorlar. Apo'ya "Kemer genç sayesinde biz dağdan iniyoruz, silah bıraktık, öptük kib bye" diye mesajı gözümün önünde yazıyorlar.

Birkaç saat sonra binlerce PKK'lıyla birlikte dağlardan iniyoruz. Tunceli'nin merkezine doğru yürüyoruz birlikte. Gören herkes şaşırıyor alkışlamaya başlıyor. Yıllardır çocuğunu görmeyen anneler yollara dökülüyor. Beni omuzlarına almak istiyorlar ama izin vermiyorum. Alabilsem ben bütün Türkiye'yi omuzlarıma almak isterim diyorum. Tüm kanallar aynı anda canlı yayına geçip bu anı Türkiye'ye dünyaya iletiyorlar. Konuşlanmış Mehmetciğin önüne gidiyorum. Doğrulmuş silahını yavaşça aşağıya indiriyorum. Onlar senin kardeşin, belki de aynı memlekettensiniz diyorum. Gözyaşını silerek gülümsüyor.

O sırada özel jetiyle hemen Erdoğan damlıyor tabi. Eksik kalmasın. Herkes bir donuyor gergin bir hava esiyor. O yavaşça bana yaklaşıyor ve Sayın Kemer Genç bizi yanlışımızdan döndürdün. Türkiye'nin kanayan yarasına çare oldun. Olimpiyatlarda yaptıklarımı gördün. Ben değil bu ülkenin başbakanlığını sen hakediyorsun. Tüm haklarımı, makamımı, sana deverediyorum. Her etkinlikte peşinden getirilecek seni alkışlayacak otobüs dolusu 50 bin vatandaşta benim sana kişisel hediyem, lütfen kabul et diyor ve elini uzatıyor. Kalabalık tokalaş tokalaş tokalaş diye bağırmaya başlıyor. Bir süre dağlara bakıyorum ve elimi uzatıyorum. Sonra kara şövalye geliyor. Bundan sonra sizin düşmanınız benim diyor. Defol Amerikan köpeği diyorum gözlerimden çıkan lazerle kanatlarını kesiyorummmm.

Hoşgeldin REM.

Son.

Yukarıdaki hikaye benim için o kadar gerçek ki.
Bu sabah evimin önündeki çöp konteynırından bulduğu kavun kabuklarını arabanın arkasına saklanarak sıyıran adamın gerçekliği, aslında gerçek olmayan bir dünyada yaşadığımızı hatırlattı çünkü bir kez daha. Bir parçam o görüntüyle birlikte gerçek dünyada kaldı. Şimdi bu dünyamda onun yerini ancak doldurmak için hayalle, yalanla aşırı yüklenmeliyim.


3 Ağustos 2012 Cuma

bir kedi yeter!






Aynaya bakınca kendimi tanıyamıyorum. Bir daha bakarsam tanırım diyorum. Yine tanıyamıyorum. Bu sefer tanıyacağım diyorum. Yine tanıyamıyorum. Kaçıyorum kendimden... Cat Yücel (Espriye gel)

Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter! Koyun karşısına bir ayna, onun kafası karışsın siz eğlenin!

1 Ağustos 2012 Çarşamba

olimpiyat ateşi



Hayatımdaki en büyük abazanlık hikayem bir spor etkinliği vesilesiyle yaşanmıştır. Yaşlandıkça anlatırken daha da sapıkça tınlasa da abazanlığı yaptığım yaşlarda taze heyecanlı bir genç kız olduğumu hatırlayıp rahatlıyorum. Gençlik ateşi.

Bundan yıllaaar yıllaaaar önce Avrupa Yüzme Şampiyonası İstanbul'da yapılmıştı bildin? Tüm Türk halkı için hiçbir şey ifade etmeyen spor etkinliklerinden biriydi.Yüzme klasmanlarında Tarabya stil yüzme ya da bombalama atlayış olmadığı sürece ilgimizi çekmesi mümkün değil çünkü. E dolayısıyla bizimki de spora olan ilgiden çok omuza olan ilgiden kaynaklandı.

Dün gibi hatırlarım, kankamla o gün dışarı çıkmamaya karar vermişiz. Her birimiz kendi evlerimizde oturup televizyon izleyerek, duvarlara bakarak, oje sürerek ve en fazla çok yakmasın diye bir iki mesajlaşarak geçirmeye karar vermişiz. Tabii Facebook, Twitter yok o zamanlar. Günlerimiz kendin yap kendin eğlen tarzında geçiyor. Komik video yok mesela. Komik Cem Yılmaz CD'si var. Manuel takıp izliyosun gülmek istiyorsan. Karikatür için de Leman alıyorsun. Hey gidi hey... Neyse benim kanka aradı beni ev telefonundan. Ksm çabuk televizyonu aç, çok acayip şeyler oluyor dedi. Aman dedim noldu Brad Pitt'e mi bişe oldu yoksa! -Brad Pitt'te o zamanlar çok yakışıklı mübarek tek tanıdığımız yakışıklı o. Sonra elma kafa Leonardo Di Caprio geldi.- Yok dedi mevlam sesimizi duydu. Aaa dedim hemen açtım ki birbirinden yağuşuklu yüzücülerin biri atlıyor, diğeri çıkıyor. Cennetten canlı yayın. Telefon üzeri hemen değerlendirmeler yapıldı tabi. En yakışıklıdan en yakışıksıza sıralama numaralandırma yöntemiyle yapıldı. Hangisiyle çocuklarımız daha sağlıklı ve güzel olur karar verildi. Gençlerin üçgen vücutlarının iç açıları hesaplandı. Sonra bakarken bakarken bir baktık ki yarışma İstanbul'da. Yani bir dolu diri vicutlu genç bize sadece bir otobüs uzaklıkta yüzüyor. Hayır hadi iki otobüs uzaklıkta olsun. Hergün yamuk, dar açı görmeye çıkıyoruz varsın iki otobüsle üçgen görelim.

Işık hızıyla hazırlanılıp, makyajlar yapılıp İstanbul'un bizim için bilinmeyen köşesi Zeytinburnu'na yola çıkıldı. Yolu o heyecanla anlamadık bile. Kendimize uygun birer yüzücü dağmat adayı bulmaya teee babasının nikahından geldiğimizi çaktırmadan, sanki Vancouver'ın içindenmişiz de her hafta sonu düzenlenen müsabakalardan birini izlemeye gelmişiz gibi rahat ve artistik tavrımızla tribüne oturduk. Ama diğer yandan televizyondan kestiğimiz cillopların sen de 3 ben diyim 5 metre yakında olduğunun farkına varıp birbirimize çaktırmadan gösteriyorduk. En birinci tercihimiz Maykıl diye bi çocuktu. -Sporuyla değil kendisiyle ilgilendiğimizden bu kadar ismi kalmış aklımda. Maykıl da diildir belki- Aaa bir baktık yüzmüş çıkmış kenarda arkadaşlarıyla şakalaşıyor ve tribünlere de arada bakış atıyor. Terbiyemizi bozmadan elektrik gönderme ve beyin gücü yöntemiyle dikkatini çekmeye çalıştık. Ama o da bize boş değildi. Şöle bir milisaniye bakıştık sanki. Derken televizyona çıkmışız biz, bir arkadaş aradı ksm sizi gördüm ne işiniz var orda diye. Abazanız diyemedik tabii yok yaa bedava bilet gelmiş babama gittik işte dedik. O günün bize karı Türkiyemizde iki adamı yanyana koysan o kadarını elde edemeyeceğin omuzları tek bir kişide görebilmek ve televizyona çıkabilmek oldu. Bir de İstanbul'da Zeytinburnu diye bir semtin olduğunu öğrenmek. Ama bize birşeyler de katmadı değil, omzun değerini anladık o günden sonra. Dünyamızda bir aydınlanmaya neden oldu.

İşte o gün bugündür ne zaman bir yüzücü görsem yanaklarım kızarır. Şimdi de fotoğraftaki genç, diri, kaslı sporcuları görünce aynı heyecanı hissettim. Ne kadar güzel genç, diri, kaslı vücutlarını dayamışlar sonuçları bekliyorlar. O heyecan, o adrenalin, o geniş omuzlar... Sporun değerini bir kez daha anlıyor insan. İnsanları nasıl da yakınlaştırdığını...

Skor barını oraya koyan rejiye ayrıca teşekkür ediyorum.

Bir de şimdi olsa gençlik ateşiyle olimpiyat ateşinin birleşiminden ortaya çıkabilecekleri düşünemiyorum bile. İyi ki olimpiyatlar yaşlılığımıza denk gelecek.

Kusura bakma bey öyle yani.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

hayırlara vesile olsun


Dün gece şortumu göbeğimin üstüne kadar çekmiş, bir ayağım dışarıda, diğeri kırık gibi içe dönük bir şekilde uyurken -evet böyle uyuyorum, seksi mi?- bir kabus gördüm. Blogda yazdığım bir yazıyı okuyucunun teki, yine adsızlardan biri yorum kısmına yapıştırmış altına da bu ne biçim yazı, bok gibi yazıyorsun, yuuuuh, seni okuyanın tarzında yorumlar yazıyordu. Ben de böyle şarkısı tutmamış, e bari gerizekalılığımla dikkat çekeyim diyen popçu gibi saçma sapan cevaplar yazmaya çalışıyordum altına. Tam "ama ama neden öyle dedin ki, ayna ayna ayna, kötü laf sahibinindir" gibi saçma sapan şeyler yazacakken ter içinde uyandım. Sonra sırılsıklam yatağımdan yavaşça kalkıp bir sigara yaktım ve dışarıdaki sokak lambasından içeriye süzülen ışığın loş aydınlığında bir gölge gibi görünen tenime bakarak "ne yapıyorum ben?" diye düşündüm. 

Şaha lan şaha uyanınca anladım boğazıma kadar çıkan şortum yüzünden daralmışım. Tekrar göbeğimin üstüne kadar indirdim rahatladım. Üç saniye içinde de benim galaksilerarası barış elçisi olduğum, fakir klingonluları ziyaret edip, çocuklarıyla fotoğraf çektirdiğim diğer rüyama geçtim. Sabah uyanınca çişimi yaparken düşündüm niye böyle bir rüya gördüm diye. Niyesi basit. Habire darlıyonuz beni niye yazmıyon niye yazmıyon diye. Şaha lan şaha sizlen alakası yok. Şunlan alakası var:

Tüm hafta sonumu göbeğimin üstündeki şortumla yatakta bir o yana bir bu yana devrilip evin çeşitli ve anlamsız noktalarına bakarak geçirdim. Arada bir bilgisayarı açıp Facebook, Twitter olsun baktım. Birşeyler yazasım, ona buna sataşasım varmış gibi gelirken aslında baktım sadece evin anlamsız yerlerine bakasım var. Hatta bir süredir sadece bakıyorum. Sonra dedim ki kendi kendime atgotten yoksa sanal dünyada asosyalleşiyor musun? Kaygılandım tabii. Buna sosyal medya hazır değil çünkü, sonuçları ağır olur. Bir yandan bu sorumluluğu üzerimden nasıl atacağımı düşünürken diğer yandan beynimde yazmam gereken tweetlerin sesleri yankılanmaya başladı. Bloğu açıp yine bir yazı göremediği için o gün mutsuz olan, karısına kızına sevgilisine iyi davranmayıp belki de kendini içkiye veren insanları düşündüm. Hayır yapamazdım. Sorumluluğum büyüktü. Türk gençliğinin morali benim elimdeydi. Ve herşeyin başı moraldi. 

Oturdum size seneye düzenleyeceğim dünyanın çok önemli starlarını ağırlayacak 30 rock festivalimi anlatan yazıma başladım. -Ama yarım daha yakında yayınlayacağım.- Sonra Face'e girdim pek sevgili arkadaşlarımın duvarlarına, değişen cover fotolarına baktım. Bir ikisini like ettim, kedi videoları ve Yiğit Özgür karikatürlerine baktım. Tam "kjkfdjkfdjfkjfdk" yazacakken evin bir başka noktasına bakmaya başlayıp bıraktım. Bir süre sonra toparlanıp Twitter'a girdim "yarak tarlasındaki papatyamsın kanaryam" "takımımın geyşasıyım" "takımıma gey duygular besliyorum" "sana karşı boş değilim aslanım" "oruç tutmayanları 3 kere atalım 2 kere tutalım" " erkek adamın 3 karısı tek pipisi olur" gibi yarısı troll saldırısı, diğer yarısı gizli gey romantizmi içeren başlıklarına bakıp o kadar saçmalığın arasında da söyleyecek birşeyim olmadığını farkedip evin başka bir noktasına bakmaya devam ettim. 

Öyle yani bu ara evin değişik noktalarına bakmakla meşgulum. He "aamaaan twitter kro kaynıyo, havası kalmadı buraların, face'e girmiyorum, bakıp çıkıyorum, kendimi sanal dünyada var etmek bana saçma geliyor" tarzı artizliklerde değilim. Yani değilimdir herhalde, geçicidir diye düşünüyorum. Yani öyle düşünüyorum ki böyle bir rüya görüyorum. Yayınlayamadığım yazı, ulan ya bi denyo beğenmezse kaygısı bilinçaltında cirit atıyor demek ki. -He bilinçüstünde bana o yorumu yapana sağ üst köşeden çıkabiliyorsunuz. -mac kullanıcıları sol üst köşe- yazıp postalıyorum. Rockçıyım yani herkes bilsin de- 

Şimdi ben bunları niye anlattım. Hem aslında bişe yazmış mı lan diyip, girip bakan, bilinçaltımın gülü üç kişide olsanız gerçekten kendimi sorumlu hissettiğimi anlatmak için. Hem de yazacak yazı bulamayıp gece gördüğü rüyayı anlatıp o haftayı kapatan köşe yazarı kurnazlığıyla aradan sıyrılmak için. 

Ben şu ara gerçek hayatta bazı ayarları yapmakla meşgulum, anlatcam onları da zamanı gelince. Saçlarımı sarı yaptım misal. Dünyayı değiştirmeye ordan başladım. Başaracağıma inanıyorum. 

Sanala az bakeyom. Her gün girip bakıyom ama ha buraya. Siz de girip bakın, hello diyin, çayımı için. Twitter'a az giriyom, kro kaynıyooo. Face'im de dostum dediklerim yalanmış zaten. Like dışında bir olayımız yok. Gerçek hayatta likeların commentlerin peşindeyim bebeğim.

Aslında şu yazın bitmesi lazım. Tüm derdim o. En nefret ettiğim mevsimdir. Günlerin uzun olması dışında bok gibi bir mevsim. Ne havası hava, ne suyu su. Sevişsen sevişemezsin, buluşsan buluşamazsın, yemek yiyemezsin, sigara içemezsin. Samimiyetsiz bir mevsim. Aman da gelsin de bir hafta tatile gidip bi bok oldu sanalım mevsimi. 

Samimiyetsiz.

Ayar: Bu yazının altına bok gibi yazıyorsun yazacak adsıza dünya zeka olimpiyatlarına tek gidiş bileti hediye!

 

6 Haziran 2012 Çarşamba

deli mayolu kız


Bu videoyu Türkiye'nin panoramik bir yansıması olarak görüyorum. Az önce kurduğum cümle gibi görüyorum bir de.

Aynı hayal dünyasını paylaştığımız Elif Key'den geldi. Günümü aydınlattı. 

1 Haziran 2012 Cuma

cennette kadar kürtaj yasak



İnsanlık tarihinde ya da galu beladan bu yana barbarlar -o ne demekse artık- bir savaşı kazandıklarında önce şehri talan ederler, sonra da çocukları öldürüp, kadınlara tecavüz ederler.

Savaş kazanıldı. Şehir talan edildi ve büyük bir zevkle paylaşıldı. Tüm sülaleye yetecek güç, para depolandı. Bir sonraki nesilde karşılarına düşman olarak çıkamasınlar diye çocuklar öldürüldü. Şimdi sıra geldi tecavüze.

Toplumdaki tek görevi savaşa çocuk doğurup kurban vermek olan, her zaman bir mal, olmadı satılacak, maddi değeri olan bir eşya olarak görülen ve yaşadığı tüm acıları gözlerinden tek tek okuyabileceğiniz kadınlara kuytuya bile çekmeden meydanda, açıkça, göstere göstere tecavüz etmek için kemerler yavaş yavaş çözüldü.

Tecavüzcünün soyunun devam etmesi, düşman erkeğin elinden alınan et parçasının kendine olan aitliğinin  ispatına geldi sıra. Devlet politikasının en zevkli kısmına geldi sıra.

O yüzden kürtaj sana yasak kadın. O tecavüzcünün soyunu devam ettirmelisin, savaşına asker yetiştirmelisin. Çünkü o çocuk senin değil. Senin gibi onun malı. Bu nedenle tecavüzcünden doğan çocuğa sahip olmamayı düşünme bile.

Ağır mı? Çok mu feminizan?

Tecavüzle ilgili bu kadar rahat cümle kurabilen "Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün, günahı ne? Anası ölsün öyleyse, çocuğun canı can değil mi?" diyebilen Melih Gökçek'in sözleri tecavüzün devlet eliyle desteklenmesidir.

Ve buradan gelebildiğim nokta: size bırak çocuk doğurmayı, sıçtığım boktan tavşan yapmam. (Ağzımı bozmayayım diye çok zor tutuyorum çünkü bir başlarsam baştan aşaa sıçıp sıvayacağım. Bok iyi bu kadar kalsın.)

Öyle yani insanlık. Elinde iPad, kıçında Adidas olunca hayatının değiştiğini, demokrasi diye uyduruk bir düzenin yerleştiğini mi sandın? Bir milim ilerlediğimiz günü kimsenin görebileceğini sanmıyorum.

Çünkü onlar, her erkeğe 100 bakirenin düşeceği, erkeklerin o kadınları günde her defasında aynı güçle sikebileceği ve sikilen her kadının sikildikten sonra tekrar bakire olacağı bir cennet hayaliyle büyütülüyorlar.

Sikildikçe bakire olan kadınlardan ibaret olan bir cennete gitmek için neden çabalıyoruz o zaman ey kadınlar? Bir büyüğüm bunu bana anlatsın lütfen.

15 Mayıs 2012 Salı

hani biz bir aileydik hekimim?


Kendim hakkında net söyleyebileceğim bir iki şeyden biri şudur: Gerçek bir doktor yalakasıyım. Doktor gördüm mü, köyüne başbakan gelmiş muhtar gibi heyecanlanırım, avuçlarımı ovuştururum, yanaklarım kızarır. Mesela gerzekçe dans eden, yemek yerken ağzını şıplatan birini sırf doktor olduğu için affedebilirim. Gözümde öyle hörmetli insanlardır. Ve takip edenler bilirler çok havalı adıyla karizmama karizma katan Crohn hastalığım nedeniyle yıl içerisinde halamdan çok doktor görürüm. Dolayısıyla doktorun uzmanlığı dahil yılda kaç makale yazdığını 300 metreden şıp diye anlarım.

Bu sene de yazın gelmesiyle benim göt gösterme turnem başladı. Bu yıl artık yerleşmiş bir festival havasında geçtiğinden özel hastaneler dahil birçok yerde gösterimim var, beklerim. Takvimi yazının sonunda paylaşacağım. Neyse bu turne kapsamında özel hastanelerden birinden randevu aldım. (Özel hastanenin adını vermeyeyim reklam olmasın. Allah muhafaza beni okuyan 4 kişi görür de milyon dalırlık hastanenin işine yarar.) Tavsiye üzerine belki çare olur şeklinde umut ve umutsuzluk karışık ruh hali içerisinde muayene girdim. Eli yüzü pak, jilet gibi gömleği, kolejlerden, amerikalardan aldığı diplomaları boy boy asılı, tertemiz yüzüylen gönüllerimizi ferahlatan doktoruma ilk gösterimi yaptım. Çok verimli, bayram havasında geçen bir ziyaretti. Zaten hastane tatil kompleksi gibi bir yer. Parıl parıl mermerler, yeterli düzeyde havalandırmayla yüzünüze çarpan bahar esintisi, adeta hepsi birer balili masör gibi yumuşak hemşireler sayesinde hastaneye mi gittin, tatilde misin anlayamıyor, dolayısıyla hastalanıp geberip gidebileceğin için orada olabileceğini düşünmüyorsun bile. Öyle nezih bir ortam.

Neyse gösterim sonrasında doktor civanım sağolsun burun kılı testine kadar ayrıntılı bir dolu test istedi. Dedim, doktor bey ben bu muayene gelebilmek için Dudullu'daki arsayı ipotek ettim, nasıl öderim. Haa ok dedi, desene fakirim diye. O zaman ben yazayım, sen devlet hastanesinde kaf dağının arkasına uzanan sıralarda sürünerek bu testleri yaptırmayı başarabilirsen beni tekrar görebilirsin dedi. Ancak geçmiş fantastik maceralarımdan aldığım derslerle 12 ciltlik ansiklopedi yazdığımdan hangi testi nerde yaptırır ne kadar kar ederim hemen kafadan hesapladım. Tamam dedim doktor, ay sonuna bu görevleri yerine getirmiş, başarılı bir hasta olarak çıkacağım karşına. O da özelden devlete gönderilen beni gururla alnımdan öptü ve hastanedeki zenginlerin alkışları arasında muzaffer bir komutanın sefere gönderilişi gibi şaygıyla uğurladım. Özel hastanenin merdivenlerini karmaşık duygular içerisinde indim. Evet başarabilirdim.

Velhasıl Pelvik MR'ı bizim mahalle MR'cısına çektirdim. Her ay MR'a gittiğimden cebinde ne varsa ver sonra anlaşırız Atgötten dediler sağolsunlar. Yine o MR makinası içinde bir heavy metal konserinde olduğumu hayal ederek 40 dakikamı geçirdim çok şükür. Allahtan metalciyim yani herkes bilsin de dayanabiliyorum. Yoksa bir kediyi öyle bir tüpün içinde kimse tutamaz hacılar. Neyse sonra tüberküloz testi için baktım, o test her daim ziyaret edebileceğin teyzemiz gibi Taksim arkasında bizi bekleyen Verem Savaş'ta yapılıyormuş. O kolay zaten.

Bir enteroclysis diye bişe kaldı. İsminden ben kıllanmıştım bunun zaten, bir araştırdım ki karşılaştırıldığında ortaçağ işkencelerinin uyarı niteliğinde kalacağı bir işlemmiş. Ben de el ayak kesildi tabi. Yok efendim burundan boru sokuyoruz dize kadar olmasa bile ince bağırsağa kadar sonra radyoaktif maddeler veriyoruz bu sırada hasta canlı duruyor çünkü nefesini tutmasını istiyoruz ve arada çalkalıyoruz gibi bir seri işkenceden bahsediliyor. Burundaki boruyu mu, radyoaktif madde alırken sinek adam olup olmayacağını mı düşünürsün bilmem artık. İlk şoku atlattıktan sonra araştırırken bir baktım, yeni bir yöntem varmış artık MR makinaları çekiyormuş ince bağırsağı. MR Enterografi deniliyormuş. Hemen araştırdım, doktora mesaj attım. Hacı MR Enterografi olabiliyo mu diye? Olur daha iyi olur demedi mi, dünyalar benim oldu. Bu defa İstanbul'daki bütün MR'cıları aradım, her yerde yapılmıyormuş çünkü. MR Enterografi diyorum yarısı ha! ho! cık! diyor diğer yarısı o enteroclysis hanfendi yanlışınız var diyor. İşkence yapmaya alıştıklarından diğer teknik pek tutulmuyor anladığım kadarıyla. Hatta bağladıkları bir radyolog "valla bacım ince bağırsağı başka türlü göremezsin kim derse yalan söylüyor ama istersen ver 400 lira ben sana boya içirip röntgenini çekeyim dedi. Telefonun diğer ucundan siyah tüpçü çoraplarının üstüne giydiği ceyo hastane terliklerini ve bonesini hissettim amcanın. Neyse ki araştırmalar sonunda bir yer buldum. Okuyan birinin işine yarar diye buranın adını veriyorum: Şişli'de Echomar. Nihayetinde bahar çiçekleri arasında koşan bir çocuk gibi neşeyle gittim merkeze.  Gün verdiler ama öncesinde 3 gün sadece sıvıyla besleneceksiniz, son gün de ilacı dayıcaz, kalbiniz kadar temiz bir ince bağırsak elde edene kadar dediler. Oha 3 gün sıvı boru mu bu dedim. Boru mu, bu mu dediler. Randevumu aldım çarşamba'ya sıvı beslenmekten kendimi yemeye başlamazsam giriyorum. Bu arada bu işlemi karşılamak için de Dudullu'daki ipoteği kaldırıp, arsayı laz bir müteahhite sattım tabi.

Tüm bunları halledince elimde kaldı kan testleri, bir de 5 milyon. Dedim bu testleri de gideyim aile hekimime yazdırayım da bari ona para vermeyeyim. Meğer asıl macare burada başlıyormuş. (Bu yazının asıl amacı olan aile hekimime giydirme kısmına ancak gelebildim yaa. Valla çok özür dilerim çok dolmuşum ben saldım. Üstü okumak zorunda kalanlara sorry. Asıl diyeceğim burda çünkü.)

Benim aile hekimim biraz artiz. Ama yazının başında dediğim gibi doktora hörmetim sonsuz olduğundan her görüşmek zorunda kaldığımızda gözlerinin içine bakarak elimden geldiğince içten olmaya çalışıyorum. İlk tanışmamızda bakmak ister diye de bütün rapor dosyamı götürdüm. O sormadan anlattım. 4 yıldır ülseratif kolit dendi ama son aşamada crohn olduğuma karar verildi vs vs. Öyle sıçtığı boka bakar gibi baktı hiçbirşey demedi. Sooo dedi. Dedim kısacası ilaç yazarsanız raporum burda ben alıp gideyim. Hiç bişe demeden ilaçlarımı yazdı ve ilişkimiz de artık bundan ibaret oldu. Her ay gidiyorum kaç kutu diyor uyuşturucu satıcı gibi ben de şu kadar diyorum yazıyor alıyorum geliyorum. Daha bir kere ne durumdasın, remisyonda mısın, halın nedir demedi. Ta ki bu sabaha kadar...

Bu sabah gittim elimde özel hastane kan istek formuyla. Odası zaten yine boştu ama MSN'de sohbette olduğundan olsa gerek 10 dakikada bir hasta çağırıyor. Zaten hasta da yok. Neyse girdim içeri böyle insana uzun uzun bakıyor, öyle garip tribiyle baktı uzun uzun. Verdim kağıdı dedim bu testleri istediler benden. Kim görüyor sizi dedi. Dedim şu hastanede şu doktor. Bu böle yüzünde gözlerinden akan bir ukalalık, neden bu testleri bu hastanede yaptırmadınız dedi. Dedim param yok çok pahalıydı. Dedi ben bunu burda yazmak zorunda değilim, gidip başka doktora görünüyorsunuz sonra gelip burda memur gibi bana işlem yaptırıyorsunuz, bu benim insiyatifimde bir durum istesem yazmam ve bir daha da gelmeyin yazmıcam dedi.

Odadaki bir süre devam eden sessizlikten sonra benim kafa 360 derece dönmeye başladı tabi. Tam dönüş gerçekleştiğinde içimdeki Çeliktepeli ortaya çıktı. Doktor bey ben devlet hastanesine gittiğimde ortada doğru dürüst doktor yok dedim. Ne demek istiyorsunuz ben doğru dürüst doktor değil miyim dedi. Dedim estapiti, doğrı dürüst doktor yok derken fiziksel olarak yok demek istedim. Bugün ben devlette prof. görmek istediğimde bana proflar artık devlette hasta bakmıyor özel muayenehanesine gidin diyorlar. Hatta üşenmeyip o telefon görüşmesini kaydedip, şikayet edicem dedim. Prof'u şikayet niye ediyorsunuz doktorlar ne yapsın dedi. Ben de o kadarını ben de biliyorum ama hasta ne yapsın dedim. Ben maaşımın yarısını bu hastalığa harcıyorum, benim işime gelir eğer ben size bakarım, crohn gibi önemli bir hastalığı hakkıyla takip ederim diyorsanız size geleyim bayılıyor muyum ben özellere domalmaya dedim. Benim uzmanlığım değil ben bakamam dedi. E peki siz bakamıyorsunuz, prof bakamıyor ben özele gidiyorum siz memur oluyorsunuz, bana ne tavsiye ediyorsunuz. Ben şikayetimi yapacağım, eğer siz de memur olmaktan şikayetçiyseniz siz de şikayet edin bence" diyip seviyeli mahalle kavgamızı sonlandırıp, fazla kabalaşmamak için teşekkür edip çıktım. Bir süre el ayak titremesi, yurt geneline beddua ve kendine acıma sürecinden sonra oturdum zorla aile girmeye çalışan doktora yazdım:

Şimdi doktor, janim, benim doktor arkadaşlarım da var (Respect Cücü) devlet hastanesinde. Bir hastayı görme süreleri 4 dakikaya inmiş, saatlerce binlerce hastaya bakıyorlar. Üstelik bir dolu kayıt işi de onlara kalmış. Yani hasta mı bakayım, teşhis mi koyayım, kayıt mı edeyim, performans raporu mu doldurayım, ne yapacaklarını şaşırmışlar. Sen belki mühendis olmak isterken tıp kazanmışsın, üzerine bir uzmanlık bile koymamışsın, aile hekimliğini kendin istemişsin, günde gelen 3 hastaya da gözünle bakıyorsun, bir de üstüne bana memur gibi test yazdırıyorsun diyorsun. Evet bence sen bir memursun. Devletin bütün işlemeyen yapılarının bir numaralı kahramanı, Mr.Smith'i, memurusun.

God kompleksin olsun, gel başımın üstüne sıç. Ama memur kompleksli doktor hiç çekilmiyor.

Ve ben üşenmeden senden kurtulacağım, kendime aile yapıma uygun bir aile hekimi bulacağım. Sen benim ailemden olsan kütüğümü değiştirir, başka ülkeye yerleşirim çünkü.

Ve sen memursun, memur kalacaksın. Diğer doktorlar buluşlardan buluşlara koşar, göt nakli yaparken sen o kolalı mavi gömleğinin içinde yaşlanacaksın. Bildiğin tek ilaç agumentin olacak. Millet gen haritası çıkarırken sen solitaire de 2500. turunu yapacaksın.

Sisler içerisinde yok olarak bu yazıyı bitiriyorum...

4 Mayıs 2012 Cuma

bir kedi yeter!

Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter. Bugün kafanız çok güzel olsun diye toplama çakıyorum. Hayırlı Cumalar.

Astigmatı olanlar bu linkten baksın: http://pinterest.com/pin/186899453256047766/

19 Nisan 2012 Perşembe

tüpçü astronot


Okudum ki astronot Andre Kuipers uzaydan çektiği fotoğrafları tweet ediyormuş. Hemen girdim heyecanla. Girmez olaydım.

Uzaya siyah tüpçü çorabıyla çıkan bir türe ait olduğum için çok utanıyorum.

 Edit: Şaka şaka biraz gezdim utanmıyorum artık. Siyah çoraplı da olsa astronot astronottur. Kendisini https://twitter.com/#!/astro_andre bu adresten takip edebilirsiniz. Ben ediyorum birkaç fotosunun altına Andre'cim çok güzel çıkmışsın yazdım. 222.000 takipçisi var ama 190 küsür kişiyi takip ediyor. Çoğu da astronot tabii ki. Ya ne olacaağıdı astronotun dostu astronot olur. Senlen mi arkadaş olacaktı? O sana diyecek en sevdiğim yıldız K-903456 sen ona diyecen Madonna. Yürümez o arkadaşlık.

16 Nisan 2012 Pazartesi

yedi dildo istanbul



Artık İstanbul'un çok kalabalıklaştığından, bina ve zinanın arttığından bahsedebilirim. 30 yaş sonrası eskiyi övme, yeniyi yerme giriş kartı veriliyor çünkü insana. -Ya evet büyümek o kadar da kötü birşey değil- Sonra uzmanlık dalı seçiyorsun. Huysuz yaşlılık, pamuk ninelik, kedili kadıncılık gibi bölümlerde eğitim görüp doktoranı alıyorsun. Neyse ki benim ilgi alanım, daha doğrusu yeteneğim daha gençliğimden belliydi de seçim konusunda çok düşünmedim. Direk huysuz yaşlıya yazdırdılar. İlk günümde penceremin altında küfürlü konuşan liselileri kovdum. Başarılı olacağıma inanıyorum.

Neyse konumuz bu değil. Konumuz İstanbul'un muhtelif boşluklarına çok afedersiniz sik gibi dikilen, yok efendim tangodan, yok efendim kına gecelerinden ilham aldık açıklamalarıyla anlamlandırılmaya çalışılan, aslında neden ilham alındığı gayet açık olan binaları yapanlara saydırmak.

Çok tartışılan konu olduğundan; mimari kültürümüz yok, göçebeyiz, şehir bizim şehrimiz değil, taşından çalmaya geldik şeklinde sözlere girmeyeceğim. İrdelemiyorum direk yapan mimara soruyorum: Hadi nenelerimiz çarık giyerdi diyelim, sizi okutan üniversitede de mi hiçbir şey öğrenmiyorsunuz? Google var, mimari yazıyorsun 1 milyon sayfa dökülüyor. Okumaya üşendin, resimlere bak. Bak bakalım sik gibi diktiğin binaya benzer bir bina daha var mı hiç bir memleketin şehrinde.

Mimar kimliğinle bakma yaa Allah aşkına vatandaş gibi bak, Kartal sahiline inmiş biri gibi bak. Bakınca, o yaptığın binaları görünce ne düşünüyorsun, bir bak. Aaa bütün evler yine kendi içinde az çok bişe oluşturmuşken benim binalar hakaten biraz sik gibi olmuş demiyor musun? Mimari plandan anladığın ilkokul 4 gelecek konulu resim yarışması üçüncülüğü almış bir çocuk çiziminden ibaret farkında mısın? Bas mavi cami, bina uçlarını az biraz sivrilt, ver metali, ver metali adını da şöyle atgötten dharma evleri falan koy. Tamam yaa mis gibi oldu, hemen şehrin en güzel yerine dikelim.

Lütfen şehrin muhtelif yerlerine dildolar yapmayı bırakın.

Semt sakinleri, babaları! Apartmanda bekar evine kız gelse dünyayı yıkarsınız, hergün karınız kızınız dev siklere bakıyor, yanından geçiyor hiç ses çıkarmıyorsunuz. Oysa bugün herkes kapısının önündeki pipiyi kaldırsa İstanbul mis gibi olur.

Bitirirken, özellikle Zincirlikuyu'ya yapılan binaya beddua okuyorum. O iğrenç Mecidiyeköy'e giderken şehrin boğaz havası alan son noktasına da sıçmayı başardınız. Teras bahçelerinden boş ve manasız bakışlarla deliğe düşen bokunuzu izler gibi izlersiniz İstanbul'u artık.

Bravo Ahmet, modern mimariye getirdiğin yeni bakış için bravo!
Bravo Mehmet, kubbe mimarisine getirdiğin yorum için bravo!
Sana da bravo Kinyas, elindeki tek şeyden ilham almışsın, harika bina yapmışsın bravo!

5 Mart 2012 Pazartesi

götümüz büyüyor!



Bugün girdim bloga bir baktım olmuşuz 1000 kişi. E tam sayıların şerefine bir kutlama, bir yavşaklık yapmam, bir teşekkür etmem gerektiğini düşündüm.

Öncelikle beni sizler var ettiniz, sizlerin boş zamanlarının bolluğu, zevzevlik etme potansiyeliniz, kötü espriye gülme naifliğiniz sayesinde bugün bir köy kuracak kadar boş insan bir araya geldik. Oysa yola çıktığımda bana sadece yedi yaşındaki kardeşim gülüyordu. Şimdi ise hep birlikte gülsek, gülmenin gücünü tüm insanlığa gösterebiliriz.

Ayrıca gülmek demişken, biz bu blogda sadece gülmedik, yeri geldi ağladık. Yeri geldi ben ağladım siz güldünüz piçler. Yeri geldi toplumun parmak basılmamış yaralarına parmak bastık ve etliye sütlüye dokunmadan eleştirimizi yaptıktan sonra lookbookumuza, facebookumuza geri döndük. Yeri geldi 'ulan bu sefer kesin dava edilcem' diyip temiz don atlet alış verişine çıktım. Yeri geldi aile büyüklerime bloğun adının almanca günlük anlamına geldiğini inandırmaya çalıştım. Ne günler geldi, geçti.

Ve bu deneyim bana şunu öğretti: Bugün götten atsam beni dinleyecek 1000 kişi bulabilirim.

He başım sıkıştı desem biriniz gelmezsiniz biliyorum. Ama sanal alemin olayı bu bebeyim, gerçekliğimiz bu sevgilim. Öyle sanmak'tan başka çıkışımız yok modern insan(!)olarak.

Neyse bugün burada benimle götten atılmış uydurukçu hikayelere eşlik eden herkese selam olsun. Yukarıdaki video kıvamına gelene kadar buradayım. Son zamanlarda az az gelsem de kalbim götümde.

Peace & respect

27 Şubat 2012 Pazartesi

leave angelina alone



Lütfen Angelina Jolie ile daha fazla dalga geçilmesin. Kalbinizi kırarım. Rahat bırakın.

Belli ki kafası güzel kadının. Ahh o keltoş dalga geçerken arkadan keline şap diye çaksaydı içimin yağları eriyecekti.

Gülmeyelim, güldürmeyelim arkadaşlar lütfen.

24 Şubat 2012 Cuma

bir kedi yeter!

stereo skifcha from xgabberx on Vimeo.



Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter! 5 kere izle kafan güzel olur.

21 Ocak 2012 Cumartesi

ibretlik: ateşli dansın sonu



İnsan hayat koşturmacasından kafasını kaldırıp "napıyorum lan ben noolacak bu gidişatın sonu" diye düşününce kısa bir süre bir yere varabileceğini sanıyor. Sonra bir bakıyor durumu çözecek kadar cinyıs değil, ister istemez vardığı nokta koy götüne dümdüz gitsin kadar seviyesizce oluyor. E durum böyle olunca da kendini dışarılara atıp, bir zamanlar hiç birşey düşünmediği o taze gençlik günlerinin peşine düşüyorsun. Peşine düşüyorsun derken yapabildiğin tek şey en yakın bara kendini atıp göt sallamaya başlamak oluyor.

Ben de geçen hafta sonu aynen öyle yaptım. Ofisten çok geç çıktığım halde üzerimdeki genç enerjisiylen attım kendimi dışarılara. Gittim en yakın bara göt sallarkende etrafa bakındım. Herşey aynı gibi duruyorken tek farkın herkesin 20 yaşında olması olduğunu farketmem uzun sürmedi tabii.

Yanlış anlaşılmasın yaş geçti iş bitti psikolojisinde değilim, daha önce belirttiğim gibi rahmetli Michael Jackson'ın arkasında dans edebilecek bir yetenek kolay yetişmiyor. Figürlerimle dans pistlerinde hala bir yıldız gibi parladığımı düşünüyorum. Tabi birbirine dayayarak eğilip kalkan kızların arasında biraz oldschool kalmış olabilirim ama kesinlikle bunu bir eksiklik olarak görmüyorum.

Ve buradan uyarmak boynumun borcu!

Kızlarımız sırf bu dans yüzünden biraz uzaktan bakıldığında deve cüce oynuyormuş gibi duruyorsunuz bunun farkında mısınız acaba? O emmeli basmalı dans figürleri zaten boy ortalaması 1.50 olan kızlarımızın boyunu da daha da kısa gösteriyor. Ayrıca bütün gece arkadaşına dayayarak eğilip kalkmaktan hepsinin bacakları Heman gibi olmuş. Hij olmamıj.

Bizim zamanımızda ayıptı böyle hareketler. Yapabileceğin en seksi şey saç savurmak, kafanı geriye atmak olurdu ki onu da ancak çok acil durumlarda yapabilirdin. İşte hoşlandığın çocuk ortamdan kalkmaya durdu ya da sevgilini kesen başka bir yavşak gördün acil durum moduna geçer, saç savurmaya, seksapelinin son damlasına kadar savaşmaya başlardın. Şimdi ki kızlarımız maşallah hepsi birer minik digger. Ayıbını geçtim çok çirkin, gelişme çağındasınız bacaklarınız öyle kalır, kalça çıkığı olursunuz.

Erkeklerimize bakarsak, hepsi daha bakımlı daha parlak çocuklar olmuşlar. Bizim zamanımızda erkekleri diş tartarlarına, sigaradan sararmış ellerine ve bohem derecesine bakar seçerdin. Ama şimdi hepsi papatya gibi maşallah. Gördüm ki kızlarımız kendilerini kaybederken oğlanlarımız saçlarına bakmayı, aksesuar kullanmayı öğrenmiş. Yaşlı ve dürtülerini bastırmaya çalışan kadınlar gibi "Evladım gibi" sevdim hepsini.

Ve gördüm ki ortamların yıllanmış demirbaşları şaban kılıklı turistler hala ellerinde içkileri tanıştıkları kızların en verileybıl olanından diğerine atlamak suretiyle oryantal bir fantezinin peşinde koşmaya devam ediyor. Gerek pembe yanaklar, gerek şaşkın bakışlar aynı bıraktığım gibi yerli yerinde.

Bir daha da aynı enerjiyi kendimde bulup gece dışarı çıktığımda yukarıdaki gibi bir görüntüyle karşılaşmayı umuyorum. Çünkü bayaa bir sürer o geceyi ikilemek. O zamana kadar kızlarımız oğlanlarımız kendini geliştirir, level atlar diye umuyorum.

12 Ocak 2012 Perşembe

bir kedi yeter!


Hayatı ve kafaları güzelleştirmek için bir kedi yeter! Hele bir de kar yağdı mı, birlikte kardankedi yapıp, üşüyünce eve koşup sıcak kahvelerimizi içip, mırlayarak uykuya daldık mı değmeyin keyfimize.

"Kedili kadına bir kala şizofren kış hayalleri" adlı kitabımdan bir pasaj.